'Türkler önce savunmada kalmalı' diyen 'Goltz Paşa' ya karşı, dönemin Genelkurmay Başkanı Nâzım Paşa, 'taarruz harekâtı' fikrini savunuyordu ve Osmanlı ordularını, tam 90 yıl önceki 'Balkan felaketi' ne sürükledi.
Prusya Genelkurmayı’nın parlak subaylarından Baron von der Goltz, 1883 yılında Osmanlı ordusuna danışman olarak Türkiye'ye geldiği zaman, 40 yaşında idi. 33 yıl sonra, 1916'da Bağdat'ta tifüsten ölünceye kadar, hayatının büyük bölümünü bu ülkenin askeri eğitim sistemini düzeltme çabası içerisinde geçirdi. Yabancılar arasında, Türkiye'de modern askeri eğitim konusundaki yegane samimi çabayı onun göstermiş olduğunu düşünenlerin sayısı az değildir.
Von der Goltz'un Türkiye'ye çağırılma nedeni, uzun bir yenilgiler serisi yaşamakta olan Osmanlı ordusunu eğitmek ve savaş kabiliyeti kazandırmaktı. Almanya'dan gönderilme amacı ise çok yönlüydü. Öncelikle Türk askeri ve süngüsünün Prusya eğitimi ile Rusya'ya karşı bir denge oluşturması düşünülmüştü ki, bu Bismarck'ın fikirlerine uygundu. İkinci olarak da Müslümanlar üzerinde bir Alman nüfuzu tesis ederek Rusya'nın yanı sıra Hindistan ve Mısır üzerinde İngiltere'ye karşı bir avantaj elde etmekti ki, bu da Willhelm'in politikasına uygundu. Nihayet üçüncü bir amaç da Krupp toplarını satmaktı ki, bu da genel Alman politikasına uygundu. Alman askeri heyetlerinin Türk topçu dairesini elde tutmak için on yıllar boyu gösterdiği korkunç gayret bunun ispatıydı. Kaldı ki Alman askeri heyetlerinin gelişini sadece Alman silah fabrikalarının ürünleri değil, Deutsche Bank ile Bağdat Demiryolu imtiyazı da izleyecekti... Goltz, mesleğine dar açıdan bakan bir subay değil, önemli eserleri de olan bir askeri düşünürdü. Türkiye'nin geleceğini, doğal sınırları içine çekilerek orada kuvvetlenmeye çalışmasında görüyordu.
Goltz, çok geniş sınırların savunulamayacağını, hudutlar daralınca bunun kolaylaşacağını söylüyordu. Osmanlıların Avrupa ve Afrika'da, Anadolu'da olduğu kadar kökleşemediklerini, İstanbul'un da gevşetici havasından dolayı 'başkent' olmaya uygun bulunmadığını ifade ediyordu. Ona göre başkent Konya veya Kayseri, hatta Halep olabilirdi. (Konya ve Kayseri'nin Kurtuluş Savaşı'nda düşünülmesinde Goltz'un etkisi yok muydu?)
Bu düşünceler, Edirne, İstanbul ve Anadolu'da bir Türk devleti kurularak diğer bölgelerin büyük güçler tarafından paylaşılmasını düşünen Bismarck'a pek ters değildi. Ama Willhelm Türk milli hudutlarını değil, Bağdat Demiryolu çevresindeki dini hudutları düşünüyordu!
Goltz, Alman nüfuzu için çalışmakla birlikte, kaçınılmazlığı herkes tarafından görülen müstakbel Balkan Savaşı için, şunları söylüyordu:
"Ülkeleri ve güç kaynakları daha dar ama toplu olan Bulgarlar ve Balkanlılar, başta kazanacaklar fakat bir süre sonra ülkeleri ve güç kaynakları dağınık ama geniş olan Türkler, toparlanıp üstün geleceklerdir. Bu nedenle Türkler önce savunmada kalmalı ve hasımlarını yıpratıp Anadolu'dan Avrupa'ya güç yığdıktan sonra taarruz etmelidirler."
Bu görüşler Balkan Savaşları öncesinde ve Birinci Balkan Savaşı'nda Genelkurmay Başkanı olan ve İttihatçıların Babıali baskınında öldürülen Nâzım Paşa'nın fikirleriyle taban tabana zıt idi.
Fransız subayı Grandmaison'un o sıralar pek moda olan taarruz harekatı fikrini savunan Nâzım Paşa, Osmanlı Genelkurmayı tarafından 'Plan 5' adı verilen bir hücum planını değiştirmeyi aklının ucundan bile geçirmedi. Buna göre, sınırdaki birlikler derhal Bulgaristan'a girerek bu ülkenin seferberliğini rahatça yapmasını engelleyecekti. Böylece düşmanın dengesi bozulacak ve zafer kısa sürede kazanılacaktı.
Nâzım Paşa'nın hayalleri
Nâzım Paşa cepheye gidecek bazı subaylara, "Merasim elbiselerinizi yanınıza alın, iki ay sonra Sofya'ya gireceksiniz" diye nutuk atmıştı. Ancak unutulan birkaç şey vardı: Bulgarlar seferberliklerini çoktan tamamlamışlardı. Hücuma geçecek Osmanlı ordusuna gelince, Balkan devletlerinin hazırlıklarını bildikleri halde, en tecrübeli askerlerden kurulu 100 tabur ya terhis edilmiş ya da Batı Anadolu (İtalyanlara karşı) ile Yemen'e (bitmeyen isyanlar nedeniyle) kaydırılmıştı.
Olaylar gelişmeye başlayıp da ilk kurşun atılıncaya kadar, Rumeli'de seferberlik mevcudunun sadece üçte biri toplanabilmiş olup, bunlar da asla ileri harekat yapabilecek durumda değillerdi. Nitekim yerlerinden biraz kıpırdayınca dağıldılar. Sofya bir yana, Bulgarları ancak Çatalca'da durdurabildiler.
Osmanlılar 30 Ekim 1912 günü, dört Balkan ülkesinin yani Bulgaristan, Sırbistan, Karadağ ve Yunanistan'ın seferberlik ilan ettiklerini öğrendikleri sırada, İtalya ile harp halindeydiler. Derhal barış imzalamaya çalıştılar ve 15 Ekim günü Ouchy Antlaşması'nın ardından tüm enerjilerini Balkanlar'a yönelttiler. Ama geç kalmışlardı. 1 Ekim günü başlattıkları seferberlik bu tarihte yüzde 50 oranında bile tamamlanamamıştı. Osmanlıların zayıf durumunu sezen Balkan devletleri tek tek bir başarı kazanamayacaklarını bildikleri için anlaşmışlar ve hazırlıklarını bitirmişlerdi.
Savaş kaçınılmazdı. Hatta sabırsız Karadağlılar savaş ilanını beklemeden sınır ihlallerine başlamışlardı. Ama hazırlıklar için tek bir saate dahi ihtiyacı olan Osmanlı devleti, 16 Ekim günü savaşı resmen ilan eden taraf oldu.
18 Ekim günü savaş başladı. Başkomutan Vekili Nâzım Paşa'nın kolordu komutanlarını hücuma zorlayan telgrafları, yığınağını tamamlayamamış Osmanlı ordularının savunma düzenini bozmaktan başka bir işe yaramadı.
Tepeden tırnağa hazır olan Bulgarlar önce 22-23 Ekim'de Kırklareli, sonra da 29-30 Ekim'de Lüleburgaz-Pinarhisar meydan muharebelerinde zafer kazanarak Edirne'yi kuşattılar.
Düzensiz şekilde ve ağırlıklarını bırakarak geri çekilen Osmanlı birlikleri ancak Gelibolu ve Çatalca'daki tarihi istihkâmlarda tutunarak bir cephe oluşturabildi.
Vardar Ordusu
Doğu Trakya'nın büyük bir kısmı 15 gün içinde, düşman işgali altında kalıvermişti. Batıda bulunan Vardar Ordusu ise 22-24 Ekim tarihlerinde Kumanova'da bir meydan savaşına girişerek Sırplara yenildi ve Arnavutluk'a doğru çekildi.
Halbuki bu ordu muharebeyi daha geride, Üsküp veya Manastır yakınlarında kabul etseydi Sırpları ikmal hatlarından uzaklaştırabilir ve muharebeye daha avantajlı girebilirdi. Ama bu ordu da muktedir olmadığı halde ileri harekata dayalı bir tutuma girmek zorunda kalmıştı.
Vardar Ordusu yenilince daha doğudaki Ustruma Kolordusu da zor durumda kaldı ve çekildi. Bu durum Selanik Valisi Nâzım ile komutan Tahsin'in utanç verici şekilde kenti savaşmadan teslim etmeleriyle sonuçlandı. Halbuki yenilgilere rağmen Osmanlı Doğu Ordusu, Gelibolu ve Çatalca istihkamlarıyla Edirne Kalesi'ni; Batı Ordusu da Yanya ve İşkodra kalelerini beş ay boyunca ellerinde tuttular. Bunlara bir de Selanik eklenseydi birçok şey değişebilirdi.
O dönemde, iki tarafın orduları arasında eğitim ve hazırlık düzeyi dışında pek bir fark yoktu. Doğu Ordusu büyük Edirne müstahkem mevkii ile Istrancalar arasında savunmada kalabilir. Batı Ordusu ise Makedonya'da zaman karşılığında arazi terk ederek, Sırp ve Yunanlılara karşı bir miktar halk desteği ve ikmal olanağı bulduğu Arnavutluk'a çekilebilirdi.
Bu iki ordu varlığını sürdürdüğü taktirde, Anadolu'dan gelen yeni birliklerle taarruz gücü oluşturmak pekala mümkündü. Bu arada İtalya Savaşı nedeniyle dağıtılmış olan güçler de yeniden toparlanabilirdi. Kan kokusunu almış Balkan devletleri karşısında barışı sürdürmek olanaksızdı; ama savaş ilan etmenin de alemi yoktu. Hazırlıkları ilerletmek için tek bir gün kazanmak bile çok önemliydi. Savunmada kalınınca acemi birlikler de dağılmadan savaş deneyi elde edebilirlerdi.
Osmanlı ordusu Balkan Savaşı'nda ilk 15 gün içinde kaybettiği üç meydan muharebesinin ve Selanik'in kaybının yarattığı yıkıntıdan kurtulamadı. Sonraki aylarda, özellikle Edirne'nin geri alınması için yapılan girişimler de sonuç vermedi. Bu nedenle Esat Paşa'nın Yanya ve Hasan Rıza Paşa'nın İşkodra'da aylarca direnen askerleriyle dağılan Vardar Ordusu'ndan Arnavutluk'a çekilen Cavit Paşa'nın 6. Kolordusu da çaresiz kaldılar.
23 Mart'ta düşen Edirne'nin kurtulması ancak 29 Haziran'da başlayan İkinci Balkan Savaşı'nda, Bulgarların, Yunan, Sırp ve Romenlerle savaşa tutuşmasından bir ay sonra mümkün olabildi. Ama Epir (Yanya), Arnavutluk, Teselya, Makedonya, Ege adaları ve Batı Trakya elden çıktı. Bu, Türk tarihinin en büyük felaketi idi.
Mareşal Goltz: I. Dünya Savaşı'nı tanımlamıştı
1883 yılında Osmanlı hizmetine girerek İstanbul'a gönderilen Baron von der Goltz, Prusya Genelkurmayı subaylarının çoğu gibi, fakirleşmiş bir junker ailesinden geliyordu. Önemli bir askeri düşünürdü. Osmanlı devletinin hizmetine girdiği 1883 yılında yayınlanan 'Silahlanmış Ulus' adlı yapıtında topyekun savaşlar çağının başladığını ilk öngörenlerdendi. Gelecek savaşlarda zaferin 'yıldırım' seferlerle kazanılamayacağını, ancak taraflardan birisinin maddi ve manevi olarak tükenmesiyle elde edilebileceğini savundu, Büyük ordular hareketliliği azaltacak ve tahkimat önem kazanacaktı. Goltz, gelecekteki bir savaşın sadece bir 'kara harbi' olamayacağını da ifade etmişti. Böylece Birinci Dünya Savaşı'nı, 30 yıl öncesinden tanımlıyordu.
'Goltz Paşa' ve Osmanlı ordusu
Goltz, Osmanlı ordusunu güçlü bir hale getiremedi ve girişimleri çok eksik kaldı. Osmanlılara savaşta buğdayın barut kadar önemli olduğunu anlatıp cephede askerin beslenmesi için konserve fabrikaları kurulmasını önerince, Saray'dan aldığı yanıt; "Bizim asker meşakkate alışıktır" şeklinde oldu. Halbuki Osmanlı ordusu, Balkan Savaşı'nda her şeyden önce açlıktan kırıldı. Abdülhamid, orduyu ve donanmayı çürütürken Goltz'a da askeri reform için fazla insiyatif tanımayacaktı. Ancak Balkan saldırılarına karşı direniş noktaları olan Yanya ve Çatalca istihkamlarının önceden hazırlanmasında Goltz Paşa'nın payı olduğunu hatırlatalım. 1896'da Almanya'ya dönen Goltz danışman olarak, Türkiye ile ilişkisini sürdürdü. 1911 yılında mareşalliğe yükseldi. 1914 yılında işgal altındaki Belçika'nın askeri valisi iken tekrar Türkiye'ye gönderildi. Amaç, Enver Paşa ile Alman paşaları arasında giderek artan huzursuzlukları dengelemekti. Ayrıca Hindistan ve İran'a doğru taarruz hazırlanması yönündeki eski planı hatırlanmıştı. 1916 yılında onu Irak'taki Osmanlı 6. Ordusu'nun başında görürüz. Bu görevinde iken Bağdat'ta tifüsten öldü.