Çeşitli ve sayıları pek çok olan Anadolu Halk hikayeleri, çok değişik kaynaklardan gelmişlerdir. Bunlar arasında, kökleri binlerce yıl önceki Türk tarihinin derinliklerinde olanlar bulunduğu gibi, yeni olaylardan doğanlar veya yabancı kültürden aktarılanlar da vardır. Halk hikayelerini kaba bir sınıflandırma ile, aşağıdaki türlere ayırabiliriz:
1) Destanlar ve Destanımsılar
2) Tarihler ve Menkıbeler
3) Aşık Hikayeleri
4) Masallar, Fıkralar ve Efsaneler
1) Destanlar ve Destanımsılar:
Destan, kelime anlamı olarak Epos demektir; destanın diğer bir türü olan aşık şiirindetamamen farklıdır. Destanın başlıca niteliği uzun soluklu bir anlatım olmasıdır. Örneğin Oğuzlardan bize kalmış Dede Korkut Kitabı adlı destan, dresden yazmasında 12 boy ve 300 sayfalık bir metindir. Kırgızların Manaz Destanı ortalama olarak 90000 dize tutar. Görüldüğü gibi destanlar en uzun halk edebiyatı türlerindendir.
Destanlar çoğunlukla nazımla düzenlenmiştir. Aynı diğer halk edebiyatı türlerinde olduğu gibi destanda da söz, ezgi ve seyirlik anlatım biçimi kullanılmaktadır. Bütün bunların dışında destanlar ölçülü söz biçiminde söylenmiş, yani ölçü kullanılmıştır. Destanlarda anlatılanlar kahramanlık hikayeleri ve doğa üstü varlıkların geçtiği olaylardır.
Destanlar ulusların yazı öncesi çağlarında oluşmuş ve gelişmiş yapıtlardır. Destanlar da, o çağlarda insanları yaratılış, tanrılar, hem de toplumun geçmişine dair bilgiler vemek amacıyla yazılırdı. bu yüzden destanlar konuları bakımından iki grupta toplanır.
1) Kozmogoni ve mitoloji konuları - Tanrılar ve evrenin yaratılışını inceler
2) Ulusun geçmişindeki önemli olaylar ve büyük önderler
Destanların günümüze kattıkları, geleneklerimiz, göreneklerimiz ve tarihimiz hakkında verdiği bilgilerdir.En önemlileri: Oğuz Destanı, Dede korkut hikayeleri, Ergenekon Destanı
2) Tarihler ve Menkıbeler:
Önemli bazı tarih olayları, halk arasında, hikaye şekline dökülerek anlatılır. Ağızdan ağıza dolaşan bu hikayeler, zaman geçtikçe, asıl hallerinden uzaklaşırlar. Bunlar, zaman zaman, kimlikleri bilinmeyen kişiler tarafından yazıya geçirilir. Anlatılan tarihi olay, eski çağlara doğru uzaklaştıkça, hayalle beslenerek destana masala doğru kaymaya başlar. Bu kayma, olaylar yazıya üstünden uzun süre geçtikten sonra geçirildiği zaman görülür. "Tevarih-i Al-i Osman" (Osmanoğulları Tarihleri) adlı eser, olaylar yaşandığından çok kısa bir süre sonra yazıya geçirildiği için esasına bağlı kalmıştır. Olağan üstü olaylarla bezenen eserler de, İslam tarihinde görülmektedir: "Seyyid Battal Gazi", "Cafer-i Tayyar", "Hz. Ali'nin Cenkleri" gibi.
3) Aşk Hikayeleri:
Aşk hikayelerinin khramanı bir aşıktır. Rürk halkı şiire ve şaire karşı büyük saygı duyduğu için, birçok saz şiarlerinin hayatlarını acı-tatlı olaylarla süsleyerrek hikaye etmişlerdir. Kimi aşıklar da bu halk geleneğine uyarak, kendi hayatlarından kendi aşklarından söz eden hikayeler düzenlemişlerdir.
Bir saz şairinin hayatı çevresinde doğan hikayelerin en tanınmışları: Köroğlu, Aşık Kerem, Aşık Garip'tir. Köroğlu'ndan bir örnek:
...
Dinleyin ağalar dinleyin beyler
Sorarım bunları birgün olur ki
Adam olup koç bir ata binmişim
Kırarım belleri bir gün olur ki
Ben yükümü dağ başında çözersem
Sıra sıra koç yiğidi dizersem
Yiğitler elinde bade süzersem
Ararım bunları bir gün olur ki
...
4) Masallar, Fıkralar ve Efsaneler:
Masallar nesirle söylenmiş, dinlik ve büyülük inanışlardan ve törelerden bağımsız, tamamiyle hayal ürünü, gerçekle ilgisiz, ve anlattıklarında inandırmak iddiası olmayan, kısa bir anlatıdır. Ancak, masalı sadece "olağanüstü" olayları konu eden yazı biçimi olarak tanımlamak da hata olur, çünkü, hayal ürünü olup olağanüstü olmayan masallar da vardır. Masalı hikaye, destan ve efsaneden ayıran başlıca özellik, masalın, gerek olağan-üstü, gerek gerçek hayattan alınma olayları, hayal ürünüymüş gibi anlatmasıdır.
Fıkra terimi, genelde, fıkra, latife, nükte, ve birçok hallerde sadece hikaye anlatılarına verilen genel addır. Fıkralarda kısa ve yoğun bir anlatım tekniği kullanılır. Bu anlatı biçimi, halk edebiyatında, gerek sözlü, gerek yazılı olsun, bir hazine değerindedir ancak tam olarak derlenmiş, sınıflanmış ve incelenmiş olmadıkları için bu hikayelerden yeterince yararlanılamaz.
Efsaneyi, diğer anlatım türlerinden farklı kılan efsanenin geçmiş hakkında söylediğinin gerçek olarak kabul edilmesidir. Efsaneler gerçek niteliktedir. Diğer bir anlatım farkı ise, efsanelerin günlük anlatım diliyle, uslüpsüz, düz yazı biçiminde yazılmış olmasıdır. Bir destan parçası karmaşık ve uzun soluklu anlatı bütününden kopup, kendine özgü üslup niteliklerini yitirince, sadece olağanüstü yönleriyle bir kişiyi ya da bir olayı bildirmek göreviyle sınırlanınca "efsane" olur.
Türk Halk Kültürünün Balkanlardaki Rolü
Prof. Dr. Erman Artun
Çukurova Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi.
Balkanlar Avrupa’nın güneydoğusunda Yugoslavya, Arnavutluk, Bulgaristan, Romanya, Yunanistan ve Türkiye’nin bir bölümünü içine alan bir yarımadadır. Türkler, MS. IV. yüzyılda Batı Hun Türklerinin yerlerinden kopmaları ve Orta Avrupa bozkırlarına gelmeleri sonucunda yeni bir yurt kurarlar. Bu yerleşme aynı zamanda günümüz Avrupa Dünyasının biçimlenmesine ve bugünkü coğrafi düzene girmesine etki eder. Hun Türkleri Ural ve Kafkasya Bölgesinde Orta Avrupa, Adriyatik kıyıları ve Balkanlara uzanan geniş bir alanı kontrol ederler. Kuzeyden ve güneyden gelen Türkler XIII. yüzyıl içinde Avrupa’da birleşir ve zamanla Hristiyan’laşırlar. Türk halk kültürünün bu coğrafyada etkisi bu yıllara kadar dayanır.
XI. ve XII. yüzyıllarda Peçenek, Kuman ve Uz Türkleri Balkanlara gelip yerleşirler. XIII.yüzyılın ortalarında da Moğol istilasından sonra Sarı Saltuk ile sonradan onun adıyla anılan Türkmen aşireti Balkanlara geçerek Türk topluluğunu meydana getirir. Balkanlarda asıl ve kalıcı ilişkiler Osmanlıların kuruluş yıllarından itibaren Osmanlıların bu topraklara ayak basmalarıyla başlamıştır. Orhan Gazi’nin büyük oğlu ve Rumeli Fatihi olarak da anılan Süleyman Paşa’nın 1354 yılında Çanakkale Boğazı’nı geçerek Gelibolu’ya adım atmasıyla fetih hareketi başlamıştır.
Türkler 14.yüzyılın ortalarından itibaren Balkanlara damgalarını vurmuşlardır. Doğal olarak Balkanlardaki yerli topluluklardan etkilenmişlerdir. Ancak Türklerin yönetici kesim olarak kendi etkileri daha büyük olmuştur. Fransız Georges Castellan, 14-18. yüzyıllar arasında Balkan halklarının dil ve dinlerini değiştirmeden Türk usulü yaşadıklarını belirtmekle yetinmez, şunları da ekler: O dönemin seyyahları Balkan kentlerinin hatta Hıristiyan nüfusun çoğunlukta olduğu yerlerde bile yaşama biçiminin Türk karakterinde olduğunu belirtir. Buna göre “Selanik, Belgrat, Sofya’da herkes çarşaf giyiyordu ve pek çok kilise kadın ve erkekleri ayıran tahta parmaklıklarla bölünmüştü. 19. yüzyıla kadar Belgratlı Sırp kadınlar çarşaf giyiyor kocaları da sarık sarıp nargile içiyorlardı. 1829’da Vuk Karaciç de bunları doğrular. Şehirde Sırplar Türk adetlerine göre yaşıyorlardı. Bu konuda 1665’te Rycaut’un verdiği örnek çarpıcıdır. Rycaut “Osmanlılardan önce 1200 yıllık geçmişi olan Sofya kendi için öylesine her şeyiyle Türk ki içinde Türklerin kendilerinden daha antik görünen hiçbir şey yok” der.
Makedonya’da ve Bosna’da Türklerin hayatlarına imrenen Hıristiyan halk kitleler halinde İslam dinine geçiyordu. Osmanlılar akılcı iskan politikalarıyla Balkanlarda işgal ettikleri topraklara konar-göçer Türk oymaklarını getiriyor, şehir ve kasabalara yerleştiriyorlardı. Ayrıca yeni yurtlarına bağlanmaları ve hayatlarını sürdürebilmeleri için çiftçi ve zanaatı olan Türk göçmenlerle toprak veriliyordu.
Balkan yarımadası Osmanlıların eline geçtikten sonra Balkanlardaki halkların yaşama biçimleri gelenek görenekleri, kültürleri, Türk dilinin yaygınlaşması cami, hamam, medrese, tekke, türbe, çeşme, köprü, kervansaray vd. Osmanlı eserlerinin hızla inşa edilmesiyle değişime uğramıştır. Türklerle, Türk diliyle, Türk kültürüyle iç içe yaşayan Balkan halkları Türk kültüründen etkilenmişlerdir.
19.yüzyılda Balkanları da etkisi altına alan milliyetçilik ve batılılaşma akımlarının sonucu Balkanlardaki Türk halk kültürü etkisi yavaş yavaş azalmağa başladı. Buna karşılık şehirlerin yapısında etkin olan Türk kültürü 20. yüzyılın ikinci yarısında da varlığını hissettiriyordu. Balkan Türk dünyası 20. yüzyılın ilk yarısında siyasi açıdan büyük bir çözülüşü, dağınıklığı kopukluğu yaşadı. Bu olumsuzluklar doğal olarak Balkan Türk halk kültürünü de etkiledi. Osmanlının Balkanlardan çekilmesi üzerine Türkler başka sistemler, başka bayraklar altında yaşamak gerçeğiyle baş başa kaldılar. Bu sancılı dönemde Türkiye Türkleriyle Balkan Türk dünyası arasında doğal ve temel bağ olan Türkçe ve Türk halk kültürü de büyük baskılarla karşı karşıya kaldı. Türk kimliğinin reddi, ardından Türk dili ve Türk halk kültürünün de reddedilmesi gündeme getirildi. Bilinçli ve sistemli olarak tatbik edilen uygulamalara rağmen günümüzde Türk dili, Türk halk kültürü yaşamaktadır. Milli kimlik, milli kültür ve ana dil arasındaki güçlü bağın bilincinde olan Balkan Türkleri değerlerine sahip çıkarak çözülmediler.
1990 yılı sonrası dünyanın siyasi haritası hızla değişip yeniden yapılanmağa başladı. Osmanlının Balkanlardan çekilmesi sonucu, Balkan coğrafyasına hakim olan devletlerin hangi yönetim biçimine sahip olurlarsa olsunlar Türklere, Türk kültürüne sistemli karşı politikalarda birleşmeleri dikkat çekicidir. Yunanistan demokratik sistemde yer almasına rağmen Türk kültürüne karşı izlediği karşı politikayla totaliter rejim politikalarını aratmamıştır. Bulgaristan’da Todor Jivkov döneminde Türkler bir tür dil, kültür ve kimlik soykırımıyla karşı karşıya kalmışlardır. Fakat bu baskı geri tepmiştir.
Romen tarihçisi Beldiceanu günümüzde hala Türk kültürü damgasının yaşadığını şöyle anlatmıştır. “.......Gelenekler ve Osmanlı söz hazinesi halklarının dillerinde yaşamağa devam ediyor. Arnavutlar, Bulgarlar, Yunanlılar, Makedonyalılar, Boşnaklar, Sırplar ve Romenlerin miras aldıkları bu hazineye bir göz atılırsa Osmanlı uygarlığının ne derece kendini kabul ettirmeyi becerdiği ve Balkanlardaki yaşamın bazı yönlerini şekillendirdiği fark edilir. Bir evin mobilyası, oda eşyası, giyim, yiyecek ve kent çevresine ait en az iki yüz kelimenin Türkçe olması anlamlıdır.” Yazarın bu değerlendirmeyi izleyen yargısı ise daha da önemlidir. Yazar, “Doğu Avrupa halkları üzerine vurulan bu damga, Balkanlarda yeni bir kent uygarlığının ilk temellerini Türklerin attığını ve bu roldeki önemlerini iyi yansıtmaktadır. Sırp araştırmacı Milan Vasic de işin Hıristiyan çocuklara Türk ismi vermeğe kadar vardığını, iki kültürün birbirini etkilemesi sonucu tam bir ahengin yaratıldığını belirtiyor.
Türk halk kültürü çok zengin bir yapıya sahiptir. Bu zenginlik köklerini tarihin derinliğinden almaktadır. Türkler, Sibirya’dan, Balkanlar’a, Yemen’den Hindistan’a, Çin’e kadar çok geniş coğrafyaya yayılmış, bu coğrafyalarda devletler kurmuş, bir çok uygarlığa etki etmiş çeşitli uygarlıklardan aldığı kültür ögelerini de Türk kültürüyle yoğurmuştur. Bu hareketlilik Türk kültürünü sürekli ve dinamik kılmıştır. İki binli yıllara girmeye az bir zaman kala bu dinamikler dünyada hareketlenmiş, çınar ağacı hem köklerinden hem dallarından filizler vermeğe başlamıştır.
Türk halk kültürü yüzyıllar boyunca Balkan kültürünü besleyen en önemli kaynaktır. Türk halk kültürü Balkanlarda Türk kimliğinin oluşmasını sağlayan en önemli alt yapı kurumu olmuştur. Türklerden atasözlerine mani dörtlüklerinden tekerlemelere kadar Türk dünyasıyla benzerlik gösteren bu kültür hazineleri daha uzun yıllar Balkan Türklerinin kimliklerinin belirlenmesinde büyük rol oynamaya devam edecektir.
Töreler, tarihsel, sosyal, kültürel nedenlerle ve göçlerle değişikliğe uğrayarak çıkış zamanlarındaki asıllarından uzaklaşabilirler. Tarih boyunca Balkanlar coğrafyası Türk dünyasında önemli bir yer olmuştur. Balkan halk kültürünün coğrafi konumu ve tarihsel bağlarıyla kendine özgü bir durumu vardır. Tarih boyunca göçlerin çeşitli kültür ve birikimlerin Balkan halk kültürünü oluşturan ana etmendir. Anadolu’ya gelen İslamiyet’le Anadolu’da yeniden şekillenen ve oradan Avrupa ortalarına giden Türk kültürü, Balkanlarda yerli halkın kültürlerini etkilemiş, onlardan da etkilenmiştir. Kültür, doğası gereği değişkendir. Gelenek zaman boyutunda başka bir geleneğe dönüşür. Türkler kadar geniş bir halk kültürü coğrafyasına sahip millet azdır.
Türk halk kültürü, yüzyılların deneyimlerinden süzülerek biçimlenmiş kuşaktan kuşağa aktarılan bir değerler bütünüdür. Halk kültürü ürünleriyle yaşadıkları yöre arasında bir bağ vardır. Bu ürünlerin şekillenmesinde tarihi ve kültürel mirasın önemli bir rolü vardır. Gelenekler, içinde bulundukları çevrenin sosyo-ekonomik durumuna göre davranış kalıpları geliştirirler. Kendine özgü bir halk kültürü olan Balkanlar, Türklerin gelip yerleşmesiyle bir kültürleşme sürecine girmiştir. Bu etkileşim günümüzde de sürmektedir.
Halk kültürü ürünleri bir milletin meydana getirdiği kültürel değerlerin bütünüdür. Her toplumun kendine özgü kalıplaşmış değerleri vardır. Halk kültürü ürünleri halkın kültür yapısını belirleyen yaşadığı toplumun dokusu, milletin söz sanatlarındaki semboldür. Balkanlardaki Türk halk kültürü ürünlerinin Türklerin ortak duygu ve düşüncelerini dile getirmesi bakımından ve kültürün korunmasında, yaşatılmasında önemli işlevi vardır. Bu halk kültürü ürünlerinden Balkanlarda yaşayan Türk halkının estetik modelini, beğenisini, sosyal tarihini, toplumun ahlâk anlayışını ve örnek değerlerini öğrenebiliriz.
Bugün Balkanlarda tekerlemeler, masallar, halk hikayeleri, bilmeceler, atasözü ve deyimler türküler, maniler (martifal) ninniler, ağıtlar vb. yaşamaktadır. Bir çok Türk atasözü Balkan dillerine çevrilmiş ve kullanılmaktadır. Bir çok Türk türkü ezgisini Balkan şarkılarında görüyoruz. Balkanlarda Türk kültürünün yöre halkına ne denli etki ettiğinin en açık göstergesi ise onların dillerine girmiş Türkçe kelimelerdir. Sırpça-Hırvatça’ya yedi bin, Makedonca’ya yedi sekiz bin, Bulgarca’ya beş bin, Rumca’ya üç bin, Arnavutça’ya sekiz bin, Macarca ve Romence’ye de çok sayıda Türkçe kelime girmiştir. Balkanlarda halk kültürü ürünleri, kültürünün yayılmasında önemli rol oynamıştır. Aşıklar köklü bir Balkan âşıklık geleneği oluşturmuşlardır. Eski Yugoslavya’da Priştine, Prizen, Üsküp’te güçlü bir âşıklık geleneği vardı. Aşık kahvehanelerinde âşık fasılları yapılıyordu. Anadolu’dan gelen âşıklar âşıklık geleneğini Balkanlara taşımışlardı. Balkanlı âşıklar da İstanbul’a gelerek âşık kahvehanelerinde Balkan aşıklık geleneğinin örneklerini sunmuşlardır. Balkan âşıkları gezginci âşıklık geleneği gereği bütün Balkanları gezerek âşık tarzı şiirler söyleyerek, halk hikayeleri anlatarak, muammalar çözerek düğün ve çeşitli törenlere katılarak Türk halk kültürünü yaymışlardır. Diğer koldan dervişler Balkanları gezerek tekke ve zaviyeler açarak dini-tasavvufi şiirler söyleyerek Türk kültürünün Balkanlarda kök salmasında etkin rol oynamışlardır. Aşıkların “dörtlük örme” adını verdikleri atışma örneklerinin pek azı günümüze gelmiştir. Bazı cönk ve mecmualardan tespit edilen şiirlerin büyük bir bölümü anonimleşmiş şiirlerdir. Balkanlı divân şairleri hakkında bilgimiz bulunmasına rağmen âşıklık geleneği ve aşıklar hakkında fazla bilgimiz yoktur.
Balkanlarda âşıkların destanları toplumun değer verdiği kişi ve olayları anlatan, halkın duygu, istek ve umutlarını sergileyen hayati yapıya sahiptir. Balkanlardaki âşıkların tarihsel ve toplumsal olaylara bağlı şiirlerinde Balkanlardaki Türk insanının acılarını, sevinçlerini umutlarını, özlemlerini buluruz. Toplumu çok yakından ilgilendiren olayları destanlaştıran âşıkların destanlarında toplumun sosyal yapısını, psikolojisini bulabiliriz. Bu yönleriyle söz konusu destanlar sosyal tarihe kaynaklık ederler.Dede Korkut hikayelerinden tutunuz, Keloğlan masallarına, Karagöz, Orta Oyunu, meddahlık gibi seyirlik oyun hayatımızda, en parlak çağlar yaşatan sanat hareketleri, her çeşit yönü ve alımlılığı ile İstanbul Folklorunun renkli konularını kapsamaktadır.İstanbul’un eğlence hayatında önemli yeri olan Karagöz, Orta oyunu, meddahlık gibi seyirlik oyun sanatının tuzu biberi sayılan hikayeler, olayları süsleyip püsleyerek, hatta efsaneleştirerek ortaya koyan, Türk halk zekasının ve hayal dünyasının seçkin örnekleridir.
İstanbul, Türklerin eline geçmeden önce yazılmış Dede Korkut hikayelerinde, Bezirgan denilen gezici tüccarların alış veriş için gittikleri zevk, eğlence ve safahat yeri olan denizler ve karalar aşırı uzak ülke idi.Bu hikayelerde başlıca tema: saf ve zengin gençlerin aldatıldığı, güzel kız ve kadınların baştan çıkarıldığı, bir takım entrikalara sahne olan batakhaneler, safahat yuvalarında geçen olaylardır. Bu olaylarda adı geçen Bay Büre’nin yeni doğan oğlu Beyrek’e yahşi armağanlar almak için İstanbul’a gönderdiği bezirganlar orada sefahate dalarak tam on beş yıl sonra “bir deniz kulunu, bir boz aygırla, ağ tozlu katı yay ve eli derlü gürz alarak getirmişler...."Efsaneler, insan aklının olmayacak şey tanımayan gerçek kahramanlık duygusunu yüceliğe ulaştıran bir hayal zenginliğiyle şekillendirerek ortaya koyduğu olağanüstü eylemlere yakıştırılan mitlerdir. Bir bakıma insan ruhunun kanatlanıp göğe ağması demektir. Sözgelimi, bir Genç Osman hikayemiz vardır. Düşman tarafından kesilen başını koltuğunun altına alarak savaştığını anlatır.Halk hikayeleri ve türküleri, insan hayatının çeşitli safhalarına ait kuvvetli olayları aksettiren, bir çok gerçeklerin açıklanmasına yardım eden ve tarihi yaşatan canlı motifler halinde belge niteliği taşırlar.Mübalağa, hikayelerin süsüdür. Dede Korkut hikayelerinden tutunuz Keloğlan Masalları, Binbir Gece Masalları, çeşit çeşit halk hikayeleri, ibret verici, uyarıcı, ahlak telkin edici konuları işler. Bu hikayeleri, yaygın eğitim vasıtaları olarak değerlendirmekte isabet vardır.İstanbul’un sadece eğlence hayatında değil, kültür hayatında da belirli yeri olan Karagöz, Orta Oyunu, Meddahlık gibi artık tarihe ve folklora malolmuş seyirlik oyun sanatını bir çağ boyunca yaşatan ustalarını hayranlık ve rahmetle anmak borcumuzdur.Mübalağayı çok seven Evliya Çelebi’ye göre Karagöz’ün üç yüz pare taklidi vardır. Hayal perdesinde görünen tipler, başta Karagöz-Hacivat (iki kafadar) olmak üzere Karagöz’ün karısı, çocuğu, Çelebi, Zenne, Beberuhi, Tiryaki, Tuzsuz Deli Bekir, Külhanbeyi, Bezirgan, Mirasyedi, Aşık, Tuzakçı, Kadın Tipleri, (Kanlı Nigar, Küçük Hanım, Arap Bacı...) Yahudi, Ermeni, Rum, Arnavut, Laz, Anadolulu... gibi taklitçi, gedikli figüranların hepsi de İstanbul’un belli semtlerinden ve mahallerinden kopmuş tiplerdir. Orta Oyunu’nda, hatta meddahlıkta da aşağı yukarı aynı tipler vardır.
Bu çeşit hayat içinde, Evliya Çelebi’nin deyimiyle “Sazendegan ve çöğürcüyan, sazlarıyla geçinemedikleri için, Tulumbacı, Kayıkçı, Bekçi olmuşlar, ilhamlarını da yeni çevrelerinden almışlardır."Türk kültürünün zengin kaynaklarından biri olan Dede Korkut hikayeleri de –iç yapısı bakımından- eski Türk töreleri, adetleri, gelenekleri ve inançları gibi kültür değerlerini ve özelliklerini yansıtan bir tarih, edebiyat ve folklor belgesidir.Bilindiği gibi destanlar, milletlerin tarihi belgelere önem vermedikleri ya da gözden kaçırdıkları çağlarda söz sanatının ince değerlerini, atalardan gelen eski kültürün geniş ölçüde izlerini taşıyan kaynak eserlerdir. Bunlar, çağlarında romanın gördüğü işi de görmüşler, destani ürünler halinde gelenekleri, olayları ve insanları anlatmışlardır.Dede Korkut, Oğuz Türkleri’nin kaynaşmalarında önemli yeri olan ulu bir kişiydi. O’nu ermiş olarak tanıtan kaynaklar da vardır. Aslında Dede Korkut bir âşık, bir ozandı. Âşıkların pirlerinden sayılırdı. 14. Yüzyıl sonlarında yazıldığı bilinen eserinde Dede Korkut, Oğuzlarla komşu düşmanlar, hatta uzak ülkelerdeki düşmanlar arasında geçen savaşları anlatır. Türk kahramanlığını, özellikle insancıl duyguların kutsallığı, ululara, kadına, çocuklara saygı ve sevgiyi, aşkta soyluluğu, hayvan sevgisini, özellikle at sevgisi ve mısmıl denilen sağmal ve eti yenen davar cinsi hayvanlara karşı bağlılık gösteren ve kutsal sayan olayları, biraz da ritüel duygularla ve hayal zenginliğiyle süsleyerek, sürükleyici bir üslup ve ustalıkla hikaye etmektedir.
Dede Korkut hikayeleri destani ürün olarak edebi şekil bakımından incelenecek olursa, Türkçe’nin zenginliğini gösteren bir belge niteliği de taşıdığı görülür.Yurdumuzun hemen her yerinde yaygın bir halk hikayesi vardır: Beyböyrek derler. Yaşlı hikaye anaları, babaları vardır ki Beyböyrek hikayesini bilir ve anlatırlar.Beyböyrek, Türkler’in Orta Asya’da İslamiyeti kabul etmeden önceki milli destanlarından biri olan Oğuz Destanı’nın kahramanlarından biridir. Orta Asya’da bu destanlardan bir kaçını derlemiş olan Barthold gibi araştırmacılar, Anadolu Türkleri’nde bu gibi destanlardan eser bulunamayacağını, çünkü Anadolu halkının yüzyıllar boyunca Arap, Fars ve Bizans kültürünün etkisi altında kaldığından söz ederek sakat iddialarda bulunmuştur.
Cumhuriyet ile baraber milli kültürümüzün kaynaklarına yönelen çalışmalar ve araştırmalar göstermiştir ki Türk yurdu duru bir milli kültür hazinesine sahiptir. Nitekim, araştırmalar sıklaştıkça bu gerçek bütün örnekleriyle gün ışığına çıkarılmış, özellikle Oğuz Destanı’nın izlerini taşıyan Dede Korkut, Beyböyrek gibi hikayelerin çeşitli örnekleri bulunmuştur.
Türklerin İslam dinine girmeden önceki destanları ile mukayeseleri yapılmış, Orta Asya'’a Başkurt oymakları arasında yaşamakta olan ""lp Bamsı"”destanı ile Beyböyrek destanındaki benzerlik belirtilerek bu destanların aynı kaynaktan çıkarak günümüze kadar gelişlerindeki tarihi akış anlatılmıştır.Milli destanlarımız üzerindeki araştırmalar genişledikçe, bir çok yerlerde Beyböyrek hikayesinin varyantları, hatta yazılı nüshaları bulunmuştur. Biz de yaptığımız araştırmalarda çeşitlerini bulduk. Merhum folklorcularımızdan Ahmet Baha Gökoğlu ile beraber Safranbolu’da yaptığımız araştırmaların sonuçlarını Bartın Gazetesi’nde yayınlamıştık (1937).
Tanınmış ozanlarımızdan merhum Hammamizade İhsan Bey “Trabzon Varyantı"nı, merhum Ali Rıza Yalgın "Güney Anadolu Varyantı”nı, Prof. Dr. Pertev Naili Boratav "Bolu Varyantı”nı tespit etmiş; Muharrem Zeki Korgunal, Adapazarı’nda bir konar-göçer ulusundan aldığı hikayeyi Türk Folklor Araştırmaları dergisinde yayınlamıştır. Bu folklorcular yeni yeni örneklerin meydana çıkmasında öncülük etmişlerdir.
Ayrıca, Prof. Dr. Abdülkerim İnan, Türk Dil Kurumu uzmanlarından Ali Dehri, Mehmet Şakir Ülkütaşır, edebiyatçı ve şair Orhan Şaik Gökyay gibi araştırmacılar da konu ile ilgili çalışmalarda bulunmuşlardır.
(......)
Dede Korkut hikayelerinin baş kahramanlarından biri olan Beyböyrek, adları etrafında efsaneler yakılmış olan Battal Gazi, Saltuk Bey, Köroğlu gibi halk kahramanlarının hikayelerinde de trajik sahnelere bol bol yer verilmiştir. Benli Döne, Kanlı Nigar, Tayyarzade, Hançerli Hanım gibi adlar, batakhaneli sefahat yuvalarıının trajidyenleridir.
Babasından yüklü bir mirasa konan bir gencin, etrafına topladığı dalkavuklarla İstanbul’un sefahat yuvalarına dalarak burada Hançerli Hanım adında güzel ve fettan bir kadının ağına düşmesi, bütün paralarını bu kadına yedirerek sefil ve perişan düşmesi, hikayenin işleniş tarzı bakımından İstanbul’un eğlence hayatı içinde ibret verici faciaların tipik örneğini vermektedir.
İstanbul’un sanat hayatı içinde özellikle seyirlik oyun sanatımızın başlıcaları olan Karagöz, Orta Oyunu, Tuluat ve Meddahlık da, genellikle bu gibi hikayeleri işlemektedir.Her biri başlı başına bir konu olan bu hareket ve kaynaşmalar, bugün folklorun malı olmuştur.Bir tulumbacı, kayıkçı, bekçi tiplemeleri, ilhamlarını yakın çevrelerinden almaktadır. Sözgelimi tulumbacılık ve külhanbeylik, İstanbul’un nasıl renkli bir toplum kaynaşmasına sahne olduğunu anlatmaya yeterlidir.
İnsanlar vardır ki yaşadıkları çağın gidişinde, oldu bittisinde ve çarkın dönüşündeki renkli ve ahenkli hayatın içinde acı ve tatlı hatıralara bağlı bir düşünce dünyasına sahiptirler. Bu, bir hizmet ve araştırma şuuruna bağlı olduğu zaman daha da önem kazanır. Tarih ve folklor, bu hatıraları tazeleyen ve yaşatan kaynaklardır. Bu kaynakları bulandırmadan nesillere aktaran tarih ve folklor analarına ve babalarına ne mutlu.
Eski İstanbul’un folklor niteliği taşıyan konularını kolayca ayırdedebilmek önce bunları ve eserlerini tanımakla mümkündür. Hangi konulara eğilmişlerdir? Sözgelimi Ahmet Rasim, Musahipzade Celal, Reşat Ekrem Koçu, Mehmet Halit Bayrı gibi doğrudan doğruya İstanbul folkloruyla ilgili araştırmalar yapanlar vardır.
Bu arada Macar folklorundan İgnacz Kunoş, orta oyunumuz üzerine yazdığı Almanca eserinde ve özellikle İstanbul Folkloru’na ait araştırmalarını belgeleyen "Türk Halk Edebiyatı (1343/M. 1925) adlı eserinde daha çok halk edebiyatı ile ilgili bazı konulara değinmiştir. Elbette yeterli değildir, ancak, hizmet erleri arasında anılması gereken bir Türk dostu ve folklor aşığı olduğu bellidir.
Musahipzade Celal Bey, bilindiği gibi bir çok sahne eserinde eski İstanbul yaşayışına ait renkli tablolar çizmiştir. Bu tabloların folklor araştırma sistemine bağlı bir ustalıkla biraraya toplanmış olmasından çok sahne eserleri yazmak alışkanlığı ile ve bir edebi üslupla renklendirerek yayınladığı Eski İstanbul Yaşayışı adlı eseri önemli bir boşluğu doldurmuştur denilebilir.
MİLLİ KÜTÜPHANE CÖNKLER KATALOĞU
(Cönkler)
-VII-
Millî Kütüphane Cönkler Kataloğu , VII/Haz. Dr. Müjgan CUNBUR, Dursun KAYA, Niyazi ÜNVER; Millî Kütüphane Yayınları: 51; Ankara 2002, 289 s.
Halk Edebiyatı araştırmalarında Cönklerin önemli bir yeri vardır. Folklor ürünlerinin bulunabileceği başlıca kaynak cönklerdir denilebilir. Cönk sırtı dar, eni geniş, uzunlamasına açılan bir kitap türüdür. Günümüzün bloknotlarına benzer ve çoğunlukla yazma halindedir. Cönge halk arasında biçim bakımından benzediği nedeniyle "Sığır dili cöngü" de denilmektedir. Aydın çevrelerce uzunluğuna açılan ve albüm biçimindeki bu ciltlere "Sefine-kâri" adını verdikleri de bilinmektedir.
Cönkler, çeşitli şiirleri, duaları, büyüleri, hastalık ve ilaçları, doğum ve ölüm tarihlerini kapsayan içinde her türlü mal bulunan gemilere benzetilmiştir.
Sözlük ve başvuru kaynakları karıştırıldığında Çinliler tarafından yapılan, altı düz, baş ve arka tarafları yüksek, güçlükle manevra yapabilen ağır gemilere bu adın verildiği görülür. Bunların dikdörtgen biçiminde sayıları birle beş arasında değişen ve bambu direklerle desteklenmiş yelkenleri vardır. Çinlilerin "Conk" dediği bu gemileri İngilizler "Junk" diye adlandırmaktadır. Steingass "Persian-English Dictionary" de bu kelimenin karşılığında, büyük gemi ve üç ila dört yaşında deve yavrusu anlamlarını vermiştir. "Burhan-ı Kâtı" da cöngün söz ve kelâm, kuşun yem düşürmesi ve büyük gemi anlamlarına geldiği kayıtlıdır. "Eser-i Şevket"te "Çunk" sefain-i kebire, kalyon ve gemi anlamlarıyla geçmektedir.
"Büyük Türk Lügatı"nda "djunq ve cunk" un "büyük yelkenli kayık ve gemi" anlamıyla Çağatay Türkçes’inde geçtiği, Batı Türkçesinde ise "djonk ve conk"un "halk şairlerinin şiirlerini havi mecmua" anlamlarında kullanıldığı yazılıdır. Buharalı Süleyman Efendinin "Lügat-ı Çağatay"ında "büyük barkeş deve, gemi, sefine, mecmua, koy, yün, kıl" karşılıklarıyla yer almıştır. "Uygur Sözlüğü"nde, İbn Mühenna Lugatı'nda. Kitabu'l-İdrak'ta bu söze yer verilmiştir. Cönkler üzerinde ciddî araştırmalarıyla tanınan M.Ş.Ülkütaşır XIV. Yüzyıl Arap seyyahlarından İbn Batuta'nın eserinde Çinlilerin bu adı taşıyan gemileri hakkında bilgi bulunduğunu, kelimenin Arapça çoğulunun "Cunuk" olduğunu kaydetmektedir.XVII. Yüzyıl divan şairlerinden Nev'i-zâde Ataî'nin hamsesinde cönklerle ilgili şöyle bir beyit geçmektedir:
Çıkarup cöngünü bir ehl-i sühan
Şah-ı gül gibi heman koynundan
Eskiden cönklerin hep kollarında yenleri içinde saklandığı söylentisi vardır. Burada koynunda da saklandığının açık bir deliliyle karşı karşıya bulunmaktayız. Bu örnek aynı zamanda cönk kelimesinin yalnız saz ve tasavvufî halk şairlerince kullanılır bir kelime olmadığının, divan edebiyatına da girdiğinin bir tanığıdır.
Millî Kütüphanedeki cönkler genellikle 1200-1300 hicrî yıllarına aittir. Bunların büyük bir kısmı Bilecik Mebusu Ali Esen'den intikâl etmiştir. Cönklerin diğer bir kısmı ise Orta ve Doğu Anadolu'dan getirilip satın alınmış eserlerdir.
Cönklerin dış yapıları çoğunlukla siyah, kahverengi çeşitli tonlarda ve nadiren kırmızı deriyle kaplıdır. Çoğunlukla iyi terbiye edilmemiş olan bu ciltlerde mukavva ve tezyinat yoktur. Pek azında kaba cetveller, yaldız biçiminde motifler ya da kafes gibi geometrik çizgiler görülür. Bunları halk ciltçiliğinin ürünleri sayabiliriz. Şemseli ince bezemeli, ustalıklı ciltleri cönklerde nadiren rastlanır.
Cönklerin boyutları ise çok çeşitlidir. 5x10, 15x23 cm. ebadında olanlar vardır. Yaprak sayıları ise 30 ila 300 arasında değişmektedir.
16. ve 17. yüzyıla ait cönklerin yazıldığı kağıtlar daha temiz ve iyi terbiye edilmiş olup, saykallıdır.18 ve 19. yüzyıl cönklerinin kâğıtları ise kirli, kalın ve kaba filigranlıdır. Özellikle son yüzyılın cönklerinin kağıtları ise penpe krem, sarı, turuncu, mavi, mor renklidir. Eski yıllara ait cönklerde ise aharlı kağıtlara rastlanmaktadır. Cönkler genellikle tezhipsizdir. Ancak bazılarında kaba nakışlar, eğri büğrü cetvel ve satır çizgileri görülmektedir. Nadir de olsa bazı cönklerde halk tarzı resim, şekil ve motiflerle karşılaşılmaktadır.
Cönkler hem baş hem de son yapraklardan yazıldıklarından çoğunlukla baş ve sonları belli değildir. Yine büyük bir kısmının kapakları kopmuş,baş ve sonraki ilk yaprakları kaybolmuştur. Aradan bazı yaprakları koparılmış cönklere de rastlanmaktadır.
Cönkler bazen bir, bezen de birçok şahsın kaleminden çıkmışlardır. Yazı türleri genellikle kaba bir nesih ve bozuk talik hatladır.
Büyük kısmında imlâ hataları mevcuttur. Bilmece gibi güç çözülen, ancak bir alışkanlık sonucu okunabilen cönklere sıkça rastlanır. İçeriklerini çoğunlukla halk ve tasavvufî şiirler teşkil eder.Millî Kütüphanemizdeki cönklerin içeriğini ise saz ve tasavvufî halk şiirleri ile şairleri belli halk edebiyatı ürünleri ya da anonimleşip folklorun öz malı olmuş destan, türkü, mani, semaî, kalenderî, türkmanî, ilahî ve şarkılar oluşturur.Hutbeler, mev'izeler, dualar ve salavatlar ilaç terkipleri, yemek tarifleri,inançlar, rüya tabirleri, seyirname, fal, büyü, tılısım ve muskalar, vefkler, borç ve vergi hesapları, mektuplar,doğum ve ölüm tarihleri, ay tutulması,büyük yangınlar ve sel felaketleri, tarihi olayları açıklayan kayıt ve tarihler,tekerlemeler,halk hikayeleri ise bir kısım cönklerin kapsadığı konulardır.Cönkler bazı tarihi olayları halk açısından yorumlayan destanlar bakımından da ayrı bir önem taşırlar. Yalnız folklorun değil bir dereceye kadar tarihin de bazı bilinmeyen yönlerine ışık tutmasıyla dikkat çekerler.Sonuç olarak diyebiliriz ki , cönkler geçmiş devirlerin sözlü folklor ürünlerinin yazıya dönüşmüş örneklerini içine alan en değerli başvuru kaynaklarıdır.Bizler de araştırmacılar tarafından çok aranan böyle bir katalogu hazırlamanın mutluluğu içerisindeyiz.
Millî Kütüphane Yazmalar Kataloğu (Türkçe Divanlar), VI/Haz. Dr. Müjgan CUNBUR, Dursun KAYA, Niyazi ÜNVER; Millî Kütüphane Yayınları: 46; Ankara 2001, 410 s.
Edebiyat tarihimizin en önemli kaynaklarından biri de yazma divanlardır. Türklerin İslâm dini ve kültürünü benimsedikten sonra Anadolu'da Arap ve özellikle Fars edebiyatlarını örnek alarak oluşturdukları yazılı edebiyata, "Divan Edebiyatı" adı verilmiştir.Bu dönemin şairleri, şiirlerini divan adı verilen kitaplarda toplamışlardır. Bu edebiyat özellikle medreseden yetişen aydın sanatçı ve yazarların saray ve çevresinde oluşturdukları bir edebiyat türü olduğu için bu edebiyat akımına Havâs (yüksek zümre) edebiyatı, Saray edebiyatı, Klâsik Türk edebiyatı gibi isimler de verilmiştir.Bu sahada biz Türkler, "Türkçe Divanlar" başlığıyla hazırladığımız bu katalogda da görüleceği üzere Ahmet Yesevî, Fuzulî, Bâkî gibi çok büyük divan şairleri yetiştirmiş ve divanlar ortaya koymuşuzdur.Yazılışları üzerinden yüzlerce yıl geçmesine rağmen günümüzde de yazma dermeleri olan kütüphanelerde ve Merkezlerde.
|