BALKANLARDA DİL VE KİMLİK
Balkan halkları arasında ortaya çıkan kimlik tanımlamalarında kullanılan ölçüt; dil, etnik köken ve ırk değil, daha çok dindir. Türkiye ve Yunanistan kendi millî kimliklerini geçmişten kendilerine kalan siyasî-dinî mirasa göre belirlemeyi seçmişlerdir. “Yunanlılık” tanımlamasının genişlemesiyle başlangıçta birçok Sırp, Bulgar, Makedon, Ulah ve Slav, ana dillerini Yunanca ile değiştirmeye çalışmış; buna karşılık Türkiye, eski Osmanlı tebaası olan Müslümanları “Türk” olarak kabul etmiş ve onların özgürce Türkiye’ye gelip yerleşmelerine imkân tanımıştır. Bunlar arasında dil ve ırk olarak Boşnak, Hersekli ve Pomak olan, Türkçe konuşamayan, fakat Müslüman olan Slavlar da vardı. Bu arada Türkçe konuşan, fakat Hıristiyan Ortodoks olan ve çoğu Besarabya’da yaşayan Gagauz Türklerinin Türkiye’ye göç etmesine izin verilmemiştir.
Osmanlı yönetiminde gelişen etnik yerelliğin, Balkan halklarına millî kültürlerinin birçok unsurunu kazandırdığı doğru bir değerlendirmedir. Fakat bu etnik temel, kalıcı olmamış ve edebî, linguistik, sosyal ve ekonomik güçlerin etkisi altında kalarak birçok değişikliğe uğramıştır. Balkan dillerinde veya yerel folklorda bazı konulardaki Türkçe kelimelere göz atıldığında, dış etkilerin derecesini daha rahat anlamak mümkündür. Temasta olduğu Türk olmayan halklardan birçok kelime alan Türkçe için de aynı şey geçerlidir.
Yunan ulusal devleti için dil, yalnızca bir iletişim aracı olmaktan çıkmış; milliyetçiliğin ve Yunanlılığın tek sembolü hâline gelmiştir. Diğer yandan Patrikhane, geçmişte fazla bir direnişle karşılaşmadan çok sayıda Slavı dil açısından kaynaştırdığı için (daha sonra bunlar Yunanlı olarak kabul edilmişlerdir.) kendi yetkisi altındaki kiliselerde Yunan dilini kullanmıştır. Zira dil, Yunanca bir etnik grubun belirgin bir özelliği olmaktan çok, dinî iletişimde hiçbir ulusa bağlı olmayan bir araç olarak görülmüştür. Bu nedenle Yunan ulus devletinin kurulması ve Yunan milliyetçiliğinin etkin biçimde ortaya çıkışı, Yunanlı olmayanların kendi dillerini ve etnik kimliklerini koruma kararlılıklarını daha da güçlendirerek Balkanlardaki Helenleştirme sürecini yavaşlatmıştır.
Boşnaklar, Arnavutlar ve Rumlar gibi bazı Ortodoks ve Katolik grupların din değiştirerek İslâm’ı kabul etmeleri, iletişim dili olarak Türkçeyi seçmelerine yol açmamıştır. Balkanlardaki Müslümanlar arasında dil o kadar önemli sayılmamıştır. Fakat Balkanlarda bile dil, etniklik için güçlü bir temel oluşturmamıştır. Arnavutlar dil ve tarihlerini dinin üzerinde bir yerde tutmalarına rağmen bu, aldatıcı olabilecek bir durumdur. Zira Arnavutların, ulusal açıdan kışkırtılmaları Katolik Arnavutlarla olmuştur.
Yugoslavya dağılmadan önce aslında Sırpça-Hırvatça konuşan Boşnakların milliyeti Müslüman olarak resmen tanınmış; “Müslüman milliyet” terimi linguistik açıdan diğer Sırpça-Hırvatça konuşan Yugoslavlardan ayırt edilemedikleri için yalnızca Bosnalı Müslümanlar için kullanılmaktadır. Bosnalı Müslümanların ayrı bir milliyet olarak kabul edilmeleri, etnikliğin temelinin dil olmadığını göstermektedir.
Dil, millette hem iletişim hem de etnik alt bölünmelerin belirteci olarak görülmüş ve linguistik farklılıklar 18. yüzyılda sınırlı ölçüde de olsa politik önem taşımaya başlamış ve Rumca, Ortodoksları Helenleştirmek için araç olarak kullanılmaya başlanmıştır.
Ortodokslar, bünyesinde oluşan sosyal, eğitsel ve kültürel değişiklikler, siyasi bağımsızlık ve devlet hâline gelme taleplerini içermeyen, yalnızca aynı dili konuşan ve aynı etnik kültürü paylaşan insanların iç dayanışmasını sağlamayı amaçlayan etnik bir uyanışı başlattı. Fakat Cemaatin bağlayıcı unsurunun dinden dile kayması, milletin özüne aykırı bir durumdu. Etnik ve linguistik dayanışmaya bağlılık belli bir noktada millete bağlılığa ters düşeceğinden varlığını zayıflatabilirdi. Ortodoks Kilisenin dogmaları ve hükümleri bütün Balkanlarda aynı olduğu için Helenleştirme her şeyden önce Rumcanın çeşitli milletlerin ana dili olması gerektiğini vurgulayarak başlamıştır. Sonuç olarak Bulgar, Ulah ve Sırp piskoposluklarına Rumca konuşanlar atanmış ve dini okullarda Rumca eğitim dili olarak kullanılmaya başlanmıştır. Zaten bazı Sırp ve Bulgar tüccarlar, iletişim dili olarak Rumcayı kullanmaya ve bunu kibarlık ve statü ölçüsü olarak görmeye başlamışlardır, sonuçta şehir üst tabakalarından ve Rum olmayan papazlardan bazıları Helenleştirilmiş, fakat kırsal cemaatler, Rumca konuşan cemaatlerin yaşadığı bölgeler hariç olmak üzere bu asimilasyon faaliyetinden pek etkilenmemişlerdir. Rumcanın dayatılması, Patrikhanenin dilin bütün Ortodoks milletin belirleyici özelliği hâline gelmesine kesinlikle karar vermiş olduğunu göstermektedir, 18. yüzyıla kadar Rum dili ve ibadetleri daha çok Rumca konuşan halkla sınırlı ve ibadetleri daha çok Rumca konuşan halkla sınırlı kalmasına rağmen Bulgar ve Ulah cemaatlerinin bazılarında yine de kullanılmıştır. Bu, üstün bir etnik grup olarak Rumların belirleyici özelliği olmaktan ziyade kilisenin dili olarak kabul edildiği sürece mümkün olmuştur. Osmanlı hükümdarlığının büyük bir bölümünde Slav dilleri ve Rumca Balkanlarda yaşayan Ortodoks milletler arasında herhangi bir etnik çatışmaya neden olmadan bir arada kullanılmıştır. Helenleştirme süreci dili, etnik grubun belirleyici özelliği hâline getirerek dile ve etnikliğe dinin üzerinde politik bir üstünlük verince bu birlik bozulmuştur.
Dil ve etniklik konusuna verilen önemin Balkan Hıristiyanları arasında laikliğin ve milliyetçiliğin yolunu açtığı öne sürülebilir. Ayrıca dil konusu, özgürlük ve bağımsızlık talepleri de dâhil olmak üzere çeşitli toplumsal grupların şikâyetlerini ve amaçlarını ileri sürebilecekleri uygun bir yolu açtı. 1878’den sonra Balkanlarda Ortodoks Hıristiyanların kendi aralarında alt gruplara ayrılmış olan çeşitli etnik gruplara bölünmüş olduğunun belirtilmesi gerekir. Dolayısıyla Latince konuşan Ulahlar ya da Aromanlar, Slavca konuşan Bulgarlar ve Rumlar şiveleri, adetleri ve sosyal yapılanmaları birbirinden önemli ölçüde farklı olan ve onları farklı milliyetler gibi gösteren gruplara bölünmüşlerdir. Bu ülkelerde bağımsızlıktan sonra kurulan ulusal hükümetlerin görevi, bir şive seçerek bunu ortak ulusal dil olarak bütün ülkede yaygınlaştırmak olmuştur.
Balkanlarda milliyet önce dini bağlılıkla, sonra da dille belirlenir hâle geldi. Osmanlı döneminde “Türk”, Müslümanlığı benimsemiş herkes olabilirdi. Müslüman Boşnaklar, Pomaklar, Arnavutlar bir kelime Türkçe konuşmadıkları hâlde Türkiye’ye göç ederek burada yerleşebilirlerdi. “Rum” ise kendisini Rum olarak gören, Türkçe konuşan Karamanlılar da dâhil olmak üzere bütün Ortodoks Hıristiyanlardı. Ateist olmasına karşın Bulgar hükümeti 1980’lerde dinleri nedeniyle Bulgarca konuşan Pomaklar da dâhil olmak üzere Müslüman vatandaşlara ayrım uyguladı.
Güneydoğu Avrupa yarımadasını şekillendiren farklı tarihsel mirasların incelenmesi genellikle, şehir devletlerinin sahil şeridini kolonileştirdiği ve hinterlanda doğru yavaş yavaş yayıldığı Antik Yunan dönemiyle başlar, ardından Balkanların bir bölümünün Makedonya hükümdarları idaresinde birleştiği kısa Helenistik dönem gelir, sonra da, bütün yarımadanın Roma imparatorluğu topraklarına katıldığı ve ilk kez siyasal olarak birleştiği Roma dönemi üzerinde durulur. Daha sonraki Bizans, bin yılında (Gerçi yarımada siyasal olarak parçalanmıştı, ama siyasal birlik değilse de, bir kültürel kendilik elde etmişti.) İstanbul’dan gelen Ortodoks versiyonuyla Hıristiyanlık yarımadaya yayılmış Slavlar arasında Roma Hukuku yerleşmiş, Bizans edebiyat ve sanatının etkisi hissedilmiş, kısacası Bizans kültürel ve siyasal modelleri taklit edilmişti. Dilbilimciler “Balkan dil birliği”nin başlangıcını bu döneme yerleştirirler.
Yeni ortaya çıkan Balkan ulusları kimliklerini kazanmaya yönelik girişimlere başlayınca, kendileri ile onları yönetenler arasında sınır çizgilerini belirlemeye çalıştılar. Bu imparatorluk ilkesiyle doğası gereği bağdaşmayan ulusal nitelik taşıyan bir çerçevede ve bir retorikte, daha önemlisi Avrupa’da hâkim olan söylemle gerçekleştirildi. Dili temel alan, etnisiteye dayalı bir ulus anlayışıydı bu. Balkanlarda etnisite ve milliyetçilik dil ve din etrafında inşa edilmiştir. Balkanlarda Yunanistan ve Arnavutluk, çok fazla etnik grubu bünyesinde bulundurmasa da bazı azınlık sorunlarıyla karşı karşıya kaldılar. Yunanistan, Slav dili konuşan ve Müslüman Türk azınlıklarıyla; Arnavutluk küçük Yunan azınlığıyla uğraştı. Bulgaristan’ın da yüzde yirmiden fazlası azınlıklardan (Türkler, Pomaklar, Çingeneler, Tatarlar, Ermeniler, Yahudiler, Ruslar vb. ) oluşuyordu. Yugoslavya’da azınlıklar (Almanlar, Macarlar, Arnavutlar, Romenler, Türkler vb. ) nüfusun yaklaşık yüzde on beşiydi. Ama yüzde seksen beşlik çoğunluk da varlığı tanınan üç gruptan (Slovenler, Hırvatlar ve Sırplar, varlığı ayrı olarak tanınmayan Makedonlar, ayrıca Sırpça-Hırvatça konuşan Boşnak Müslümanlar) oluşuyordu. Romanya, nüfusun yaklaşık yüzde otuzunu oluşturan en geniş azınlığa (Macarlar, Almanlar, Yahudiler, Ukraynalılar, Ruslar, Türkler, Tatarlar, Çingeneler vb. ) sahipti.
19. yüzyılda Balkanlar’da milliyetçilik esas olarak dil ve din kimlikleri etrafında inşa edilmiş olsa da dilin birleştirici potansiyeli, çizdiği etnik sınırların dışlayıcılığını ve katılığını öne çıkarıyordu. Bu da, farklı dil gruplarının ulusa (asimilasyon dışında) entegrasyonunu önlüyordu. Sırbistan’da Arnavutlar, Bulgaristan ve Yunanistan’da Türkler, Arnavutluk’ta Yunanlılar, Romanya’da Macarlar vb. dahası, ulus-devlete entegrasyonu imkânsız olanlar, yalnızca asli etnik gruptan farklı dilsel arka plana sahip gruplar değil, aynı zamanda Bulgaristan’daki Pomaklar, Müslüman Boşnaklar, Makedonya’daki Torbeşler gibi aynı dili konuşan, özdeş etnik arka plâna sahip gruplardır. Bu son örnekler, etnik sınır olarak din genel sorununu ve özelde Balkan Müslümanlarının konumunu gündeme getirmektedir.
|