Bulgaristan’a vize almak için birkaç gün sıkı uğraş vermemiz gerekti. İlk macera fotoğrafların arka fonunun beyaz olması şartı ile başladı; bundan başka bir arka fonlu bir fotoğrafla yapılan başvurular hemen geri çevriliyordu. İlk defa karşılaştığım böylesi bir durumu aslında doğal karşılamalıydım; henüz daha soğuk savaşın tesirini üzerinden atamamış bir ülkeye gidiyorduk. Yakındaki bir stüdyoda istenilen şartta vesikalık fotoğraf çektirdikten sonra güvenle başvuru yapabilirdik. Heyhat! Başvuruları kabul ettikleri binanın dışında, bir tarafı demir parmaklıklı, dar bir koridoru andıran geçit, iğne atılsa yere düşmeyecek kadar kalabalık ve çoğunlukla da ticari acente temsilcilerinin kapının önünde biriktikleri bir yer. Arada bir hal hatır sorarcasına gelen ve doğru dürüst Türkçe bilmeyen yetkiliye ulaşıp evrakları teslim etmek tam bir bahadırlık istiyor. Sözü kısa kesmek gerekirse, her aşamasında son derece ilkel bir durumun göze çarptığı yorucu bir süreçten ve çok şükür bazı tavassutlardan sonra yola çıkacağımız gün vizeyi almaya muvaffak olduk.
Bulgaristan kafilemizin üyelerinden İstanbul Milletvekili Hüseyin KANSU ve dedesi oradan 1936’da göçmüş ve ailesinden oraya gidecek tek üye olan Kayseri TCDD’de görevli Ömer TURAL ile beraberimizde TFF Üyesi Rıfat BESCİLLİ bey de olduğu halde Bağcılar Belediyesi Danışmanı Metin ALICI’nın dikkatli şoförlüğünde Ankara’dan İstanbul’a hareket ediyoruz. Rıfat abiden Bahçelievler Belediyesi’nin Mayıs ayındaki Necip Fazıl Kutlamaları anısına büyük bir zevkle dinlediğimiz Sakarya Türküsü ve Necip Fazıl Kısakürek ile bazı hatıraları bizi yolculuğa manen hazırlıyor. “Nerede kardeşlerin, cömert Nil, yeşil Tuna;
Giden şanlı akıncı, ne gün döner yurduna?” mısraları bizi daha o andan Rumeli’ye götürüyor. İstanbul’da Sayın KANSU’nun misafirperverliğinde yaklaşık bir saat dinleniyoruz; askerden ayağının tozu ile gelen büyük oğlu Salih ile tanışıyor ve Haliç’e nazır balkonda bir yorgunluk çayı içiyoruz. Bu arada daha önce oralara seyahat etmiş Salih’ten gezi ile alakalı bazı ipuçları da alıyoruz.
Orada Adapazarı Milletvekili Ayhan Sefer ÜSTÜN ve Söğütlü Belediye Başkanı Erdoğan ÖZCAN ile buluşuyor ve Edirne’ye doğru hareket ettik. Sayın ÜSTÜN’ün şahsi arabasıyla gece yarısı Edirne’ye vardıktan sonra sonra DSİ’nin Edirne’deki misafirhanesinde ikamet ettik. Misafirhanenin imkanları oldukça iyi; odaları nezih ve bakımlı. DSİ’nin misafirhanelerinin Türkiye çapında genelde iyi olduğu, Amerikan modeline göre inşa edildiği söyleniyor. Bundan başkaca Karayollarının misafirhaneleri de ikinci derecede tercih edilebilir olarak görülüyor. Sabah Edirne AK PARTİ İl Başkan Yardımcıları Rumeli Muhaciri Havsa’lı Sayın Adnan ARDA ve aslen Gümüşhaneli müteahhit Ramiz ÇELİK beylerin iştirakiyle yaptığımız güzel bir kahvaltıdan sonra Edirne Ticaret ve Sanayi Odası’nın (ETSO) grubumuza tahsis ettiği seyahat minibüsü ile yola çıkıyoruz. ETSO’nun minibüsü uzun yolculuklar için özel tefriş edilmiş, rahat koltukları ve geniş iç hacmi ve tabii gayretli şoförü Kemal abi ile tam konforlu bir yolculuk yaptıracak gibi duruyor bizlere. (Bu öngörümüz yolculuk boyunca da doğrulandı ve çok şükür oldukça rahat bir yolculuk yaptırdı bizlere). Edirne’de ekibimize muhabirlik tecrübesinden hep faydalandığımız Anadolu Ajansı’ndan Nadir ve Edirne Televizyonu’ndan Orhan beyler de katılıyorlar. Katılması beklenen diğer bazı basın mensupları mazeretlerinden ötürü gelemiyorlar. Böylece 11 kişilik bir takımla Edirne Milletvekilimiz Sayın Ali AYAĞ beyin mihmandarlığında yola revan oluyoruz.
Kapıkule Sınır Kapısı’ndan rahatlıkla geçiyoruz. Sınır görevlileri işimizi zorlaştırmıyorlar; ancak yanı başımızda Tırlardan ve özel araçlardan oluşan kuyruğu da görüyoruz. Bulgaristan tarafından da aynı suhuletle sınırdan geçiyor ve yolculuğumuza başlıyoruz. Sınırdan itibaren ilerlerken yeşillere bezenmiş geniş ova ilk dikkatimizi çeken şey oluyor. Tarlada çalışan çiftçiler görüyoruz.
Cebel
İlk durağımız olan Kırcaali (Kardzali) iline bağlı Cebel (Dzhebel) ilçesi’ne doğru Harmanlı ve Hasköy (Haskovo) üzerinden ilerliyoruz. Hasköy, Türk yerleşim yerlerinden biri; bir Türk milletvekili ile buradaki Türkler parlamentoda temsil ediliyorlar. Şehirde iki cami var. Akpınar, bir Türk mahallesi adı. Oradan Kırcaali tarafına (güneye doğru) dönüyoruz. Kırcaali, Türklerin yoğun olarak yaşadıkları bölgelerden biri. Kentteki beş milletvekilinden beşi de Türk. Sayın Ali AYAĞ bey de 80 yıl kadar önce buradan Edirne’ye göçen muhacir bir ailenin evladı. Belediye Başkanı bir Türk olan Hasan Aziz. Yolda giderken rehberliklerine başvurduğumuz bir yaşlı çifti aracımıza alıyoruz. (Bu davranış, yöre halkını birinci elden tanımak açısından bize bulunmaz bir fırsat sağlıyor ve bu yüzden benzeri tutumu birçok vesile ile bundan sonra da tekrarlıyoruz). Emin ve Zeliha çifti Kırcaali Sağırlar köyünden. Buraya başka bir yerden emekli olduktan sonra yerleşmişler. Kendi hallerinde tütün ziraatı ile uğraşıyorlar. Kızının biri Tekirdağ’da yaşıyor damadı ile. Onlar ise kendi hallerinde gidip gelirlermiş. Teyze iç kabine oturuyor, amca ise önde. “Yaşamınız iyi?” diye soruyor bize teyze. Her lafının sonunda “a gülüm!” dedikçe içimizde güller açıyor bizim de. Bakışlarda bir memnuniyetin yanı sıra hala geçmişten kalan bir ürkeklik hissedilmiyor değil.
Yol boyunca Cebel Bayramı’na katılmak üzere yola düşen Türk halkını görüyoruz. Anlıyoruz ki bu basit bir yöresel şenlikten ziyade, Müslüman Balkan Türklerinin varlıklarının bir parçası haline dönüşmüş bir bayramı. Bundan tam on altı yıl önce Cebel halkına karşı Bulgar makamlarınca yürütülen sindirme ve yok etme kampanyalarına karşı halkın verdiği asil bir cevabın her yıl icra edilen tekrarı. Hikayesi ise kısaca şöyle: Bulgar otoritesinin zorla isim değiştirme siyasetine karşı 19 Mayıs 1989 günü bölge halkı ayaklanır. Ayaklanmayı bastırmak için kent silahlı Bulgarlar güçlerince çepeçevre sarılır ve özgürlük taleplerini dile getirmek için sadece “Gorbaçov”, “Özgürlük” diye slogan atan masum halkın üzerine ateş edilmesi üzerine iki soydaş şehit edilir. Erkeklerin % 90’ı teker teker polis kontrolünden geçirilir, dövülerek işkence edilir.
Bu olaydan daha önce ve olayı takip eden dönemde Cebel’den Türkiye’ye 20 bin vatandaş hicret eder. Bundan önce 30 bin olan Cebel nüfusu bu yüzden 10 bine düşer. (Bursa’ya göçen Cebelliler, Cebelliler Derneği etrafında örgütlenmişler. Genç başkanları ile orada tanıştık). 7 yıl önce 1998 yılında Cebel Belediye Meclisi’nde alınan bir kararla 19 Mayıs’ın bayram olması kararlaştırılır. Bu yıldan sonra bu asil mücadeleyi anmak ve ilelebet yaşatmak amacıyla her yıl şu anda belediye binasının karşısında yer alan ve kent meydanı olarak tahsis edilen, bu iki şehidin kanının toprağa düştüğü yerde kutlamalar tertip edilir. 1989’deki özgürlük mücadelesini takiben Sovyet bloğunun dağılıp Berlin duvarının yıkılması ve Demirperde’nin kalkıp ülkelerin birbiri ardı sıra bağımsızlık ilan etmesi kutlamaların anlamını daha da derinleştirir ve yöre halkı için simgesel bir etkinliğe dönüşür. Kutlamalar boyunca yapılan konuşmalarda sık sık bu noktaya vurgu yapılması halkın hadiseye yerellikten daha farklı bir mana yüklediğini göstermektedir.
Düne kadar itilen kakılan Türk halkı bugün yürütülen demokrasi mücadelesi sonucu parlamentoda 25 milletvekili ile temsil edilmekte ve kurdukları parti hükümete ortak olmaktadır. Mevcut kabineye tarım bakanı ve savunma bakan yardımcısı veren soydaşlarımız, bunun dışında birçok kamu kademesinde görev almakta ve Bulgaristan’ın artık ayrılmaz bir parçası olduğunu göstermektedir. Cebel Bayramı vesilesi ile buradaki Türklerin geçen zaman içerisinde yeterince politize olduklarını ve milli kimliklerini siyaset arenasına yansıttıklarını müşahede ettik. Gördük ki, burada yaşayan Türkler için siyasi mücadeleleri onların Müslüman ve Türk kimliği için oldukça merkezi bir yer teşkil ediyor. Ahmet DOĞAN’ın liderliğini yaptığı HÖH de Türk varlığı ile adeta iç içe geçmiştir.
Kutlamalara Cebel’in köylerinden halk adeta akın ediyor. Genci yaşlısı, kadını erkeği ile halk tek bir yürekten şehitlerin ruhlarını şad etmekte ve bu toprakların kendilerine ait olduklarını, kültürleriyle ve inançlarıyla birlikte burada yaşayacaklarını haykırıyorlar. Sabah erken saatlerde başlayan şenlik akşam saatlerine kadar sürüyor. Türkiye’den Bursa İli Yıldırım Belediyesi ile Cebel kardeş şehirler. İki kent arasında 12 yıldır süren bu kardeşlik tam bir sadakat örneği. Yıldırım Belediyesi, belediye meclis üyeleri ve halktan oluşan bir ekiple bayrama katılmışlar. Kutlamalar çerçevesinde kentin merkezi bir yerinde belediyece alınan bir kararla Yıldırım Belediyesi’nce finanse edilen Yıldırım Caddesi hizmete açıldı. Bu dostluk her sene yaptıkları müşterek bir çok faaliyet ile daha da pekiştirilmektedir.
İki ay kadar önce seçilen ve bir hafta önce de Sofya mahkemesi tarafından resmen tanınan Başmüftü Mustafa Aliş Hacı bey de törende hazır bulundu. Daha doğrusu tören onun yaptığı tesirli dua ile başladı. Müftülük kıyafeti ile Başmüftü, bu nevi faaliyetlere katılmakta ve halkı asla yalnız bırakmamakta. Başmüftü, Bulgaristan’da konferansla işbaşına geliyor. Seçildikten sonra mahkemece bu seçim onanarak resmen göreve başlıyor. Bundan önce yaklaşık iki yıl kadar gerekli süreçler yerine getirilmediğinden seçilen müftü ile Bulgaristan’ın atadığı müftü arasında ikilik meydana geliyordu. Bu dini hizmetlere de maalesef olumsuz tesir etmişti. Örneğin, Kuran eğitiminin vazgeçilmez kurumları olan Kuran Kursları bu dönemde yeterince işletilememiş. Dini hizmetlerde tam bir etkinlik sağlanamamış.
Kutlamalar kapsamında milletvekilleri ve belediye başkanları konuşmalar yaptılar. Grubumuzdan Edirne Milletvekili Ali AYAĞ bey, birlik ve beraberlik temaları etrafında dolaşan bir konuşma yaptılar. Bursa’nın yerel TV’lerinden Olay TV’de yapımcı olan ve kendisi de bir Bulgaristan muhaciri olan Şerafettin Şen’in ateşli konuşması halkı coşturdu, alkışlar arasında yaptığı konuşma sırasında kalabalık arasından ağlayanlar göze çarpıyordu. Kültür Bakanlığı Türk Halk Müziği korosu da hazır bulundu. Yerel folklor grubu da icrada bulundu. Yine santranç, futbol gibi birçok dalda turnuvalar tertip edilmiş. Bu cümleden olarak Cebel’e bağlı Asarcık ve Küçükviran köyleri arasındaki Futbol Turnuvası’nın final maçının ikinci yarısı izlendi ve turnuvaların ödül töreni yapıldı.
Turnuva ödül töreninden sonra yapılan ikram, yöresel maharetlerin sergilendiği bir sergiye dönüşmüş. Yöre mutfağından içli pilav ve kuzu çevirmenin yanı sıra börek ve baklava da ağızlarda unutulmaz lezzet bırakacak cinstendi. Yemek sonrası namazlarımızı Cebel’deki tarihi camide kıldık. Daha sonra göreceğimiz camilerin çoğunda olduğu gibi bu cami de Müslümanlardan ilgi bekliyor.
Bütün bunları organize eden Cebel Belediyesi’nin Sayın Başkanı ise daha önce Hak ve Özgürlükler Hareketi’nden milletvekilliği de yapmış olan deneyimli siyasetçi Bahri Ömer bey. Pehlivan yapılı Bahri bey, yüzünden eksik etmediği tebessümü ve şen yapısı ile gördüğümüz kadarı ile bölge halkının takdirlerini kazanmış. Grubumuza karşı gösterdiği teveccüh her takdirin üzerinde.
Cebel’de Bulgaristan’daki üç İmam-Hatip Lisesi’nden biri olan Bestanlı İmam Hatip Okulu Müdürü ile tanıştık. İmam Hatipler iki diploma veriyorlar. Bu diploma Türkiye’de ve tüm dünyada geçerli oluyor. Türkiye’deki İmam Hatip Liselerine benzeyen bir müfredatı var. Öğretmenler Türkiye’deki İmam Hatiplerden giden çoğu emekli öğretmenler. Bulgaristan’da din eğitimi mecburi değil, seçmeli. Öğrenciler de din dersi yerine genellikle seçmeli olan İngilizce dersini tercih ediyorlar. Kuran Kursları son iki yıldaki müftülük olayları nedeniyle yeterli derecede işlev görmüyor. Televizyonlarda dini programlar yok. Ancak halk bu boşluğu Türkiye’den izlediği TV’lerden telafi ediyor. Zaten çatılardaki çanaklar da Türk televizyonlarının ne kadar izlendiğinin şahidi. Vaktiyle buralara Türkiye’den kamyonlarla çanak ihraç edilmiş.
İlim ve dava adamı merhum Nuri Turgut Adalı’yı anıyoruz. Bu mübarek alim Şumnu’daki Nüvvab medresesi mezunu. Merhum Ahmet Davutoğlu hoca ile beraber aynı dönemde okumuşlar. Ancak siyasi nedenlerle tali kısmını bitirdikten sonra ali kısmında eğitimini yarıda bırakmak zorunda kalmış. Birkaç yıl öğretmenlik yapmış. Komünist dönemde 23 yıl hapis yatmış, on yılını sürgünde geçirmiş. Belene Adası’nda muhtelif defalar kalmış, Eski Zağra hapishanelerinde yatmış. 1989 yılında Türkiye’ye göçe zorlanmış. Hapishane hatıralarını yazdığı “Hapishaneden Sesler” adında bir şiir kitabı mevcut. Soyadını dünyaya geldiği Mestanlı (Kirkova) belediyesine bağlı Adaemirler köyünden alıyor.
Cebel’in dört bir tarafı dağlarla çevrili. Bölgenin bu ismi almasında bu dağların yeri olsa gerek. Bu dağların en yükseği olan Aladağ, Eğridere ile Cebel arasını ayırıyor. Cebel’den Asenovgrad üzerinden Filibe’ye doğru akşam üzeri yola çıkıyoruz. Yolların kenarında bembeyaz açmış Akasya ağaçlarının çokluğu dikkati çekiyor. Bundan başka düzlük arazilerde yer alan suni göller de bir hayli fazla.
Asenovgrad
Bulgaristan’ın en eski şehirlerinden biri olan 80 bin nüfusluk Asenovgrad’da 20 bin civarında Müslüman Türk nüfusu yaşamaktadır. Kentte hali hazırda bir cami faaliyet göstermektedir. Nüfus yoğunluğu sebebiyle ikinci bir camiye ihtiyaç duyulduğundan Belediye Meclisi’ndeki Türk üyelerin de girişimleriyle kentin en merkezi yerlerinden birinde yeni bir cami inşası için belediye tarafından 2500 m² yer tahsis edilmiştir. Cami inşaatı oturma alanı 1000 m² olarak 2000 yılında projelendirilmiş, inşaatına 2002’de başlanmış, temelleri atılmış, ancak mali yetersizlikten dolayı yaklaşık iki seneden beri inşaat durmuş vaziyettedir. Projede bina sadece cami olarak değil, Kuran kursu, gasilhane, morg, konferans salonu gibi imkanlarıyla çok yönlü dini, eğitsel ve kültürel çalışmalar ihtiva edecek bir kültür merkezi tarzında tasarlanmıştır. Şayet inşaat bir buçuk yıl içinde bitirilmezse belediye tahsis ettiği arsayı maalesef geri alacaktır. Nitekim, evvelce de belediye başka bir yer tahsis etmiş, ancak inşaat gerekli sürede başlatılamadığı için söz konusu yeri geri almıştır.
“Biz Türkiye’ye güvendik de başladık bu inşaata” diyor içtenlikle cami derneğinin eski yöneticisi Rahim İbrahim Kırmacı. Bulgaristan’ın genelini yansıtan bir durum. Birçok elverişli imkana rağmen ilgisizlikten ve yetersizlikten bitirilemeyen projeler, yarım kalan işler. Bizleri görünce cmai yetkilileri çok sevindiler. Bir umut doğdu adeta yüreklerinde. Şu anda caminin yanında inşa edilen baraka tarzındaki binada vakit namazları eda edilmektedir. İkinci namazlarımızı burada kıldık. Küçüklüğüne rağmen hanım cemaat de gelip ders yapıyorlarmış.
Nehir yakınında ikinci camiyi uzaktan temaşa etmekle yetiniriyoruz.
Filibe
Akşama doğru konaklamak üzere Filibe’ye doğru yola çıkıyoruz. Filibe, Bulgaristan’ın Sofya’dan sonra ikinci büyük şehri. “A’mak-ı Hayal” eserinin sahibi Şehbenderzade Ahmet Hilmi Efendi’nin memleketi. Aslında tam bir Türk şehri imiş. İçinden Meriç nehri geçiyor. Akşam yemeği için Edirne’li bir Türk lokantacısında ağırlanıyoruz. Bulgarların meşhur peynirli ‘şopska salata’sını da ilk burada tadıyoruz. Gerçek şu ki herkese ayrı tabakta bol kepçe sunulan salata insanı doyuma ulaştırıyor. Millet olarak Bulgarlar salatayı seviyorlar; yemeğe de bundan başlıyorlar.
Yemeğe Filibe başkonsolosu Kemal Diriöz bey de katılıyor. Bulgaristan üzerine konuşuyoruz. Özelleştirme konusunda bir hayli mesafe alan Bulgaristan’da işletmeler daha ziyade çok fazla işletme tecrübesi olmayan Bulgar halkına, bir grup sanat erbabına satılmış. İşletmeler, Sovyet döneminde tüm Sovyetler’in ihtiyacı için dizayn edildiğinden ülke ölçeğinin üzerinde büyük olduğundan işletilememiş. Makinalar dışarı satılmış örneğin. Bunun yanında Türklerden de fabrika satın alanlar var.
Öğreniyoruz ki Türkiye, Bulgaristan ve Romanya Cumhurbaşkanları Varna’da bir araya gelecekler. Bu yüzden Varna tarafında bir hayli önlemler alınmış. Türkiye’li maya tüccarı Mecid beyle de tanışıyoruz. Hoşsohbetden sonra Otel Metropol’de konaklıyoruz.
Ertesi sabah Filibe Muradiye (Ulu) Camii’ni ziyaret ediyoruz. Sultan II. Murat (1421-1451) tarafından yaptırıldığı için bu adı almış. Balkanlar’da inşa edilen ilk büyük cami. Bugün Cuma (Cumaja) Camii diye de anılıyor. Görüyoruz ki camilerin asıl adları pek önplana çıkarılmıyor resmi tabirde. Bunun yerine sonradan aldığı lakaplar kullanılıyor. İmamı, Bestanlı mezunu Süleyman adında genç bir arkadaş. 1962’den beri imamlık yapan yaşlı hocaefendi ile de tanışıyoruz. Mimari olarak henüz merkezi kubbenin yerleşmediği bir döneme ait olduğundan dokuz kubbe mevcut. İnce nazik minaresi kıblenin batı tarafında yükseliyor. İç mekanı oldukça geniş, muhteşem bir tezyinatı var. Caminin duvarında gittikçe büyüyen ve ileride tehlike teşkil edecek olan büyük yarıklar meydana gelmiş. Bu yarıkların kıblenin sağ tarafında antik Roma stadyumu yanında inşa edilen yeraltı çarsısı çalışmaları esnasında meydana geldiği söyleniyor. Ali Müfit Gürtuna zamanında İstanbul Belediyesi tarafında rölöve çalışmaları yapılmış Bulgaristan’daki Anıtlar kurulu’nda bekliyor. Şayet izin alınabilirse finansmanı da İstanbul Büyükşehir Belediyesi kuruluşlarından İSTON üstlenecek.
Evvelce şehirde 54 cami olduğu söyleniyor. Bugün ayakta kalan ise sadece iki tane. Bir cami maalesef sonrada İtalyan Cafe’si yapılmış. Bir diğeri benzer bir akıbete uğramış, kubbe yıkılıp çiçeklerle süslenmiş. Bu durum konuya duyarlı AA muhabirlerince tespit edilmiş. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ziyaretinde bu konunun da gündeme getirilmiş.
Eski Filibe, Arnavut (oralarda Osmanlı) kaldırımlarıyla döşeli sokakları, eski konakları ve evleri, kiliseleri, antik tiyatrosu ile tam bir kültür merkezi. 1847’de inşa edilen Kuyumcuoğlu Konağı, Filibe’deki geniş Ermeni toplumunun bir üyesi olan zengin bir Ermeni’ye ait. 1952 yılında Etnografya müzesine dönüştürülen konakta Filibe çevresindeki maddi ve manevi kültürü yansıtan tarım, zanaat ve ticaretle ilgili birçok materyal bulmak mümkün. Geleneksel giysiler, işlemeler, kumaşlar, müzik aletleri dönemin popüler kültürünü yansıtması açısından oldukça değerli. Üç kattan oluşan konağın bahçesi yeşilliklerle bezenmiş. Bahçede iki ayrı bina daha var. Konağın mimarı birçok sivil esere imza atmış dönemin önde gelen ustası Haji George Hajiiski.
Filibe’den yola çıkıyoruz. Yol üzerindeki Hisar kasabası Osmanlı döneminde kaplıcaları ile meşhur imiş. Karlova’dan geçiriyoruz, kentteki iki caminin restore edilmesi gerektiğini öğreniyoruz. Karlofer kenti Bulgar paşaları ile meşhur.
Kızanlık
İstikametimiz Kızanlık (Kazanlak). Yol üzerinde gül bahçeleri dikkat çekiyor. Yine dağa komşu olması hasebiyle kereste ticareti de yapılıyor. Bir Türk kereste fabrikası olduğunu öğreniyoruz. Kızanlık gül bahçeleri ile meşhur. Rivayet odur ki, Isparta’ya gül işçiliğini Sultan II. Abdülhamit zamanında buradan göçen muhacirler götürmüşler. Bu bölgede gül önemli bir gelir kaynağı olmaya devam ediyor. Henüz daha yeni yeni açmaya başlamışlar, her an açmaya hazır bir halde. Yine tarlalar arasında suni göller ve ormanlar dikkatimizi çekiyor.
Karşımıza çıkan liseli gençlerden bir grup hem yürüyor hem de bağırıyor. Bunun ne anlama geldiğini merak ediyorum. Acaba bir protesto mu yoksa kutlama mı? Merakımı Işıklı köyünden Hasan amca gideriyor. Meğer o günler ortaöğrenim sona eriyormuş. Gençler de bunu kutluyorlarmış. Bir an bizim geçmişteki alaylarımız aklıma geldi. Küçük bir çarşı turundan sonra Cuma namazını Kızanlık Camiinde kılıyoruz. Kızanlık Camii oldukça tarihi bir cami. Yapımı 1447. Kitabede Abdülmecit’in ismi zikrediliyor ve altında 1331 tarihi kayıtlı. Bunun restorasyon tarihi olduğunu zannediyoruz. Kıble tarafında mezarlığı mevcut. Onunda önünde boş olan arsaya üç katlı helal kesimhanesi, Kuran Kursu ve yemekhanesi ile bir kompleks inşa edilmek planlanıyormuş. Kızanlık çevresinde 17 Türk köyü varmış. Yakında çocuk okutmak amacıyla sayım yapmışlar. Cami imamı Mümin hoca 1997 Sofya İslam Enstitüsü mezunu.
Kızanlıktan gülleriyle meşhur ve her sene gül festivaline ev sahipliği yapan Rozova’ya geçiyoruz. Köy bir Bulgar köyü. Tunca nehri henüz çok küçük bir çay halinde akıyor Kızanlık’tan. Işıklı köye Hasan amcayı bırakıyoruz. “Ne derdindesiniz?” diye soruyor Türk kimliği sahibi olduğunu sonradan öğrendiğimiz Bursalı amcamız. Hamursuz köyüne onları atıveriyoruz. Burada yaklaşık 40 hane Müslüman var. ‘Millet’ tabir edilen ‘esmer’ kardeşler çoğunlukta. Bulgar ağırlıklı bir köy. Yine gül bahçeleri var. Buranın köyleri “karışık” yani Bulgarlarla iç içe. Saf Türk köyleri için “temiz” tabirini kullanıyor buradaki soydaşlarımız. Temiz Türk köyleri daha ziyade Deliorman taraflarında bulunuyor.
Eski Zağra
Buradan Eski Zağra’ya yöneliyoruz. “Zağra Müftüsü’nün Hatıraları”nı anmamak mümkün mü? Şehrin merkezinde geniş kordon boyunca biraz yürüyoruz. Komünist dönemde mekanların genelde genişçe kullanıldığını burada da görmek mümkün. Binlerce insanın rahatça yürüyebileceği kadar geniş açılmış bir kordon boyu burası. Eski Zağra’nın en merkezi yerlerinden birinde, belediye binasına varmadan sağ tarafta büyük bir camimiz var, ancak maalesef ibadete kapalı. İçleri burkan bir manzara. O orada, siz karşıda birbirinize garip garip bakmaktan başka elden hiçbir şey gelmiyor. Sevindirici olan tek şey caminin onarılıyor olması. En kısa zamanda onarımının tamamlanıp ibadete açılması dileğiyle. Burada cami olmadığından Müslümanlar özellikle teravih için yakındaki Kızanlık şehrine gidiyorlar. Mevcut Müslüman nüfusun az olduğu söyleniyor.
Yürüyüşümüz boyunca birçok Türkiyeli misafirlerle karşılaştık. Türkiye-Edirne’deki ve Bulgaristan-Eski Zağra’daki Trakya Üniversitelerinin (bir diğer Trakya Üniversitesi de Yunanistan’da var) tarımcılık ve hayvancılık üzerine ortak toplantıları münasebetiyle üniversite öğretim üyeleri, Zonguldak ve Kırklareli gibi illerimizden meslek kuruluşlarının temsilcileri kentteler.
Şumnu
İkindiye doğru Gabrovo üzerindeki Şıpka geçidinden Şumnu’ya yöneliyoruz. Kızanlık ve Eski Zağra’ya giderken solumuza aldığımız sis bulutları arasındaki dağı şimdi Kuzeye doğru geçmek zorundayız. Engin Kızanlık ovası bu dağın eteklerinde başlıyor. Bölge sık orman yapısı nedeniyle oldukça iyi yağış alıyor. Herhalde gülcülüğün burada tutması bu iklimle yakından alakalı.
Şıpka, Osmanlı ordusunun Rus güçlerine mağlup oldukları yerin adı. Rus güçleri dağın üst kısmında olmanın verdiği avantajla Türk güçlerine saldırmışlar. Osmanlının mağlubiyeti anısına biri Şıpka köyünün içindeki kilise diğeri de dağın en zirve noktasındaki anıt olmak üzere iki anıt dikmişler. Köyde Rusların inşasını üstlendikleri, mimarisiyle ve süslemeleriyle Moskova’daki Kremlin sarayını andıran gösterişli kilise, 1902’de yapılmış. Diğer anıtın inşa tarihi 1930. Kiliseye doğru giderken yolda sağ tarafımızda orijinalliği biraz bozulmuş bir Osmanlı çeşmesi görüyoruz. Kilise’yi o vakitte kapalı olduğundan ancak dışarıdan görebiliyoruz. Dağın hakim, yüksekçe bir yerinde inşa edilmiş. Orada, Münih’te yerleşik Katolik Alman bir turist grubu ile karşılaşıyoruz. Seçkin üyelerden oluşan grup bu nevi kültür gezilerini Türkiye dahil birçok bölgeye yapmışlar. Gurubumuzda parlamenterler olduğunu öğrenince onlar da yakın alaka gösteriyorlar. Grup üyesi emekli profesör ilim adamı merakıyla daha farklı bir ilgi gösteriyor. Bir ikisi belki aramızdaki siyasilerin de varlığı ile Bulgaristan ziyaretimizin amacını özellikle merak ediyor; meraklarını kısmen de olsa giderdik.
Şıpka geçidi sık ağaçlar arasında, oldukça kıvrımlı, tır trafiği yoğun bir geçit. Yükseldikçe sisin yoğunluğu artıyor, görüş mesafemiz de kısalıyor. Böylece belki bir saat kadar gidiyoruz. Burayı Bolu Dağı geçidi ile kıyaslarsam, oranın birkaç katı uzunluğunda olduğunu diyebilirim. Balkan, adını bu coğrafyadaki sıradağlardan alıyor.
Yol üzerinde geçtiğimiz Gabrovo, bir enerji şehri. Şehirde meşhur bir seramik fabrikası da var. Akasya ormanı dikkatimizi çekiyor. Buradan devam edince yol üzerinde Yalova köyü geliyor. Velika (Büyük) Tırnova ilk Bulgaristan krallığı merkezi. Omurtak da yolumuz üzerindeki yerleşim birimlerinden biri. Trakya Üniversitesi rektörünün ailesi aslen buradan imiş. Buralı olan bir de İsmet İnönü döneminin Omurtak Paşası var.
Akşama doğru tabelalardan istifade ile yol bulmaya çalışıyoruz. Tabelaların birçok yerde pek yardımcı olduğunu söyleyemem. Yolu bilen bir mihmandarımız olmayıp sadece tabelalara kalsak çok güçlük çekeceğimiz şüphe götürmez. Bir petrol istasyonunda yol sorduğumuz gencin Türk olduğunu öğreniyoruz; ancak ismi Lenart. Bunun da nedeni, Bulgar makamlarının isim değiştirme kampanyası sırasında bazı Türklerin bazı gerekçelerle Bulgar adlarını muhafaza etmeleri. Gerekçelerden biri de 1984’ten sonra Türkiye’nin göç karşıtı politikası yüzünden Türk ismi taşıyanların Türkiye vizesini rahat alamıyor olmaları. Buna mukabil Bulgar ismiyle vize almak daha kolaydı. Saadettin Tantan’ın içişleri bakanlığı döneminde bu uygulama yürürlükten kaldırıldı.
Şumnu’ya gece yarısı 23.00’da varıyoruz. Sabah namazını Şerif Halil Paşa Camii’nde kılıyoruz. Halk dilinde caminin adı kubbesinin biçimi yüzünden Tombul Camii olarak biliniyor. 1744 yılında inşa edilmiş. Bulgaristan hükümeti tarafından 100 tarihi eser arasına alınmış. Ancak bu devletin yatırımını gerektirmiyor. Caminin onarımı HÖH tarafından yapılıyor. Avlusunda şadırvan ve odalar var. Sabah namazı sonrası bu odalardan birinde geleneksel olarak günlük evradı okuyorlar. Yine geleneksel hale gelen ıhlamur çayı ve kahve ikramı yapıyorlar. (Bu adetlerin daha önce de var olduğunu burayı 10 sene kadar önce ziyaret eden şimdiki Tokat Milletvekili Resul Tosun beyden öğrendim). Cemaat diğer camilerde de gördüğümüz gibi yaşlılardan oluşuyor. Cami imamı Şumnu İHL mezunu Mustafa Ahmet; Tırgoviç’in bir köyünden. Halen Şumnu’daki üniversitede tarih okuyor.
Cemaatten Emrullah amca ile beraber İmam efendinin arabası ile köylere bir ziyaret gerçekleştiriyoruz. Maksadımız grubumuzun bir üyesi için kurbanlık koç bakmak. İlk önce Durmuş köyüne gidiyoruz. Burası bir Bulgar köyü; Emrullah amca burada beş yıl çoban başı olarak çalışmış. Tanıdığı bir Bulgar’a başvurduk. O başkasına gönderdi. Süt sağdığı için uzunca bir bekleyişten sonra damızlık için sakladığı tek koçunun olduğunu öğrendik. Varolanlar da ancak 6 aylık kuzular idi. Vazgeçerek Köteş köyüne gittik. Burası ise karışık bir köy. Burada Türkler yoğun olarak bağcılıkla uğraşıyorlar. Öğreniyoruz ki Türkler giysilerinden tanınabiliyor. Bulgarlar daha ziyade siyah renk giyiyorlar, Türkler ise bundan kaçınıyor. Orada bulduğumuz koçun sahibi de biraz nazlı davrandı, önce oğluna sordu, sonra da bir tek koç için 300 Leva istedi. 250’ye razı oldu ise de bu çok yüksek bir fiyattı. Normal kurbanlık koçun fiyatı 150 Leva tutuyor imiş. Kamerler köyünden Ahmet amcadan öğrendiğimize göre de sığır 300 Leva tutuyor imiş. Burada koç daha değerli. Her hanede 5-6 adet koyun var ve küçükbaş hayvancılık daha yoğun. Vazgeçerek İmam Mustafa’ya havale ediyoruz kurban işin ve alternatif bir yoldan otele geri dönüyoruz.
Kemaller (İsperih) – Demir Baba
Şumnu’da küçük bir şehir turundan sonra İsperih (Kemaller)’e doğru yol alıyoruz. Hedefimiz Mumcular (Sveştari) köyünde her sene geleneksel olarak düzenlenen Demir Baba Şenliklerine katılmak. Demir Baba bir Bektaşi velisi. Mumcular Köyü’ne gelmiş, oradan da şu anda türbesinin bulunduğu yere yerleşmiş. Buranın daha önce Traklar tarafından da kullanıldığı ve onlara ait kalıntılar üzerine tekke inşa edildiği rivayet ediliyor. Şenlikler HÖH partisi tarafından organize ediliyor ve adeta partinin bir gövde gösterisine dönüşüyor. Burada bir defa daha kanıtlandığı üzere Bulgaristan’da Türkler kendi kimliklerini parti ile iç içe geçmiş olarak görüyorlar. Ciddi her adımın arkasında partinin payı var. Gerçi son zamanlarda kurulan alternatif parti ile ortalık eskisinden daha bulanık; ancak koalisyonda olmanın verdiği avantajla da HÖH duruma hakim ve kendinden emin görünüyor. Yapılan protokol konuşmalarında icraatlar halka tanıtıldığı gibi birlik mesajları da verildi. Türkiye’den AK Parti Edirne Milletvekili Ali Ayağ ve CHP Bursa Milletvekili Cemal Demirel söz aldılar. Bursa Olay TV’nin yapımcısı, yaptığı ateşli konuşmalarla Cebel’de olduğu gibi burada da halkı yine coşturdu. Konuşmalar genelde Bulgarca yapılıyor, sonunda kısa bir Türkçe teşekkür kısmı yer alıyor. Türkçe yapılan konuşmalar ise Bulgarca’ya çevriliyor.
Türkiye’den yine bir hayli iştirak var. Göçmenlerin yoğun olduğu İstanbul’un Avcılar Belediyesi, Şenliklere birkaç otobüsle gelmiş. Beraberinde bir folklor ekibi de getirmişler. Şenlikte Galata Mevlevihanesi’ne mensup TRT’de görevli bir Mevlevi’nin sema gösterisi bile vardı. BBC’den ödül almış klarnetçinin de içinde bulunduğu bir grup pop müziği enstrümantal konser verdiler.
Ormanlık bir bölgede düzenlenen şenlikler, Bulgaristan Türklerinin dört bir taraftan gelip katıldıkları, yıllık bir forum özelliğini taşıyor. Türkün her türünü burada gözlemleyebilirsiniz: sarışın, esmer, kumral vs. Çok renkli bir şenlik olduğuna şüphe yok. Şenlik kapsamında burada bir panayır da kuruluyor. Yiyecek içecekten hırdavata kadar geniş yelpazede her şey bulunabiliyor. Çocuklar ve gençler için lunapark bile düşünülmüş. Genel olarak düzenli, organize bir program.
Demir Baba Tekkesi’nin olduğu yere geldiğimizde ise acı bir hurafe manzarası ile karşılaştık. Yüksek bir kayalığın dibine inşa edilen tekke, vadinin başında yer alıyor. Yakın zamanda HÖH tarafından onarılmış. Betonarme merdivenle dağdan aşağı doğru iniliyor. Sağlı sollu ağaçlarda ve çalılarda bir tekstil fuarı görüntüsünü çağrıştıracak nitelikte kumaşlar, bezler, çaputlar asılmış. Önümüze gelen mezarlıkta mumlar yakılmış. Buradaki çeşmenin suyunun kutsal olduğuna inanılıyor. Doldurulup kırbalarla taşınıyor. Çeşmeden akan ufak dereye dilek paraları atılmış. Türbeye girmek kalabalıktan dolayı adeta imkansız. Bu yüzden teşebbüs etmedik bile. Duvardaki bir taşta açılan iki göze uzaktan gözleri kapalı, iki işaret parmağıyla nişan alan ziyaretçiler, şeytanın gözünü çıkarıyor ve bunu kemal-i ciddiyetle yerine getiriyor. Deliklerin yanında altıgen siyon yıldızı da dahil garip şekiller var. Duvarda açılan bir gediğe yine uzaktan dilek taşları atılarak isabet ettirilmeye çalışılıyor. Türbenin sol tarafında bir yükselti olarak ne amaçla konduğunu bilmediğimiz adam boyunda bir taşın üzerine özellikle gençler mekik çeker gibi yatıp kalkmakta ve bundan bir anlam çıkarmakta. Sormaya bile arlanıyoruz. Kendimi bir anda o kadar garip bir batıl inanç atmosferinde buldum ve o kadar yabancılaştım ki. Türbeye gelenlerin belki % 80’ini din hakkında bilgisi yok denecek kadar az olan çocuklar ve gençler oluşturuyor.
Türbenin kapısının üzerinde orada yapılanlara bakınca ironik bir şekilde “La havle ve la guvvete ve la gudrete ve la izzete illa billahi’l- aliyyi’l-azim” ifadesi yazılı. Onun üzerinde kubbeye yakın yerde ise Şiiler tarafından Hz. Peygamber’e atfedilen “La feta illa Ali, La seyfe illa Zülfikar” (Ali’den başka yiğit, Zülfikar’dan başka kılıç yoktur) sözü yazılı.
Dokçalar (Paissievo)
İkindiye yakın İsperih’te HÖH merkezine doğru Demir Baba’dan yola çıkıyoruz. Eskiden tütün işletmesi olan bir bina satın alınıp parti binası yapılmış. Oradan ise birlikte seyahat ettiğimiz AA ajansı Muhabiri Nadir beyin dedesinin köyü olan Dokçalar (Paissievo) köyüne gidiyor ve akrabalarını buluyoruz. Karşılaştıkları andaki mutlulukları gözlerinden okunuyor. İkindiyi köyün küçük ama güzel camisinde kılıyoruz. Bahçesi çiçeklerle bezenmiş kamelyası olan çok güzel bir bahçe içindeki cami insan huzur veriyor. Minber kapısının üstünde Edirne’nin fotoğrafı asılı. Kışları soğuk olduğu için namazlar arka tarafta ayrı bir odada kılınıyor. Aynı zamanda köy odası olarak da hizmet eden bu oda minderle döşenmiş. Köy camilerinde genelde göze çarpan bir hususiyet bu.
Kamerler (Zaritsa)
Dokçalar’dan Ömer Tural ağabeyin köyü olan Kamerler’e gidiyoruz. Yanımızda Demir Baba’da Ömer abinin tanıştığı Ahmet amca olmak üzere heyecanla olacakları bekleyerek ilerliyoruz. Kayıtlarımızda Akkadınlar (Dulovo)’ın Kamerler köyü olarak geçse de köy, belediye olarak Glavinitsa (Asvatköy)’ya bağlı imiş. Ahmet amca bir taraftan yol tarif ederken Silistre ili Kemaller (İsperih)’e bağlı köylerin Türkçe ve Bulgarca karşılıklarını ondan sorarak öğreniyoruz. Kamerler (Zaritsa), Kanipe (Zebil), Emirler (Boil), Avdullar (Zvenimir), Kupallar (Valkan), Kerimler (Oreshene), Dokçolar (Paissievo), Dere Mahallesi (Dolets), Atköy (Konevo), Saldın Köyü (Yakim Gruevo), Mesimler (Listets), Sırcılar (Podler), Çiller (Yarebitsa), Doğlar (Pravda), Davulcular (Padina), Hüyüklü (Todorovo). Ancak bu kadarını yazmıştık ki köye girdik.
Ömer abi, uzun zamandır kendi köklerini araştırmış, şimdi rahmetli olan ebeveyninden aldığı bilgilerle kendi dedelerinin ve buraların adeta şeceresini çıkarmış. Köylerin Türkçe adlarını kaydetmiş. Dedesinin bir yel değirmeni olduğunu, kardeşlerinin adlarını öğrenmiş. Her fırsatta anne-babasından buralarla ilgili hatıralarını dinler ve onları not edermiş. “Bu bilgilerin çoğu ebeveynimin vefatlarıyla yok olup gidecekti yoksa!” diyor bu gayretinin değerini şimdiden takdir ederek. Nice zamandır memleketine gelip akrabalarıyla tanışmak için fırsat kollarmış. Bu gezi hepimizden çok onun için daha anlamlı. Bir tek gayesi var baştan beri: köklerini bulmak. Bunu böyle adlandırabiliyorum, ama bu hissi herhalde ancak muhacir olanlar anlayabilir.
Dedesi 1936’da buradan Türkiye’ye göçmüşler. Kılavuzumuz olan Ahmet amca tam olarak onun dedesini tanımıyor, ancak bunu bilebilecek durumda olan köyün en yaşlısına bizi götürüyor. Köy meydanında sanki bizi beklercesine otururken buluyoruz onları. Arabadan iner inmez selamdan sonra Ömer abi heyecanla söze giriyor, sesi titrek, kendini tanıtıyor, meramını anlatıyor. Yaşlı amcada da belirli bir sevinç var. Yılların ezilmişliğine, kaybolmuş dostluklara karşı bunca yıl direnen bu varlığıyla o da heyecan içerisinde zinde hafızasıyla tek tek anlatıyor: akrabalarının nerede oturduklarını, dedesinin şimdi tarla olan değirmeninin nerede olduğunu ve evinin yerini vs. O en az biz kadar heyecanlı besbelli, önümüze düşüyor yaşına başına bakmadan, kutsal bir iş yapar gibi büyük bir gayretle. Ondan çok şey öğreniyoruz, Allah razı olsun. Darlaşan vaktimize rağmen bizi ısrarla köyün camiine götüren, caminin inşasından bu hale gelişindeki hikayeyi üşenmeden uzun uzun anlatan, Ömer abinin komşu köydeki başka bir akrabasına götüren yine o. Onlardan vedalaşarak ayrılıyoruz. Kamerler’de belki toplam bir saat kalmadık, ama o kadar duygu yüklü bir an geçirdik ki ifadesi sayfalar alır. Kendi aramızda bu tatlı anları konuşarak Türkiye’ye doğru dönüş yoluna giriyoruz.
Razgrad
Dönüş yolunda daha önce uğrayamadığımız Razgrad’a Başmüftü Efendi’nin ve Razgrad Bölge Müftüsü Mehmet Ala’nın konuğu olarak uğruyoruz. Razgrad kentinin merkez ve köyleri ile birlikte toplam nüfusunun % 58’ini Müslüman Türkler oluşturmaktadır. Namaz kılmak düşüncesiyle Kanuni’nin önde gelen sadrazamlarından Maktul İbrahim Paşa’nın inşa ettirdiği kendi adıyla anılan camiye gidiyoruz; ancak nafile, cami ibadete kapalı. Dışarıdan bakınca içeride bir takım çalışmalar yapıldığını anlıyoruz. Caminin dış aydınlatması Avrupa Birliği ve Bulgar makamları ortaklığında oluşturulan bir fonca üstlenilmiş. Çok şükür hiç değilse karanlıkta kalmamış! Şehrin merkezinde yer alan Maktul İbrahim Paşa Camii, Balkanlar’ın en büyük üçüncü camii olup Bulgaristan tarafından önde gelen 100 kültür mirası listesine dahil edilmiş. Tarihi ve mimari önemine rağmen Cami, 30 yıldır restore edilmeyi bekliyor. İki ülke arasında bu konuda karşılıklı bazı teşebbüsler yapılsa da bunlar son derece cüzi tedbirler. İki ülke arasında 4 Aralık 1997 tarihinde Sofya’da imzalanan Kültür, Eğitim ve Bilim Alanında İşbirliği Anlaşması’nın 19. maddesi gereğince ve yine 4 Kasım 1998 tarihinde Ankara’da imzalanan Taşınmaz Kültürel Mirasın Korunmasına İlişkin İşbirliği Protokolü’nün 2. maddesi gereğince 2002 yılı içinde Türkiye Cumhuriyeti tarafından gerekli restorasyon faaliyetlerinin yürütülmesi karara bağlanmıştı. Bu konuda herhangi bir somut adım atılmamakla birlikte proje ve uygulama çalışmaları iki ülke Kültür Bakanlıkları arasındaki Taşınmaz Kültür Mirasının Korunması İçin İşbirliği Programı (2002-2003) kapsamına alınmıştır. Protokol kapsamında Türk ve Bulgar uzman heyetlerince binada incelemeler gerçekleştirilmiş ve kısa vadede alınması gereken önlemler ele alınmış. Cami halen Bulgaristan Milli Emlaki’nde olup restorasyon çalışmalarına izin verilmemektedir. Ancak, mevcut Razgrad valisinin Türk asıllı olması ve Hak ve Özgürlükler Hareketi Partisi’nin koalisyon hükümetine ortak olması durumundan yararlanarak bu mühim eserin tekrar İslam cemaatine verilmesi temin edilebilir. Çiçeği burnunda Başmüftü Mustafa Aliş beyle Bulgaristan’da ilgi bekleyen ecdat yadigarı eserlerle ilgili işbirliği imkanları konuşuluyor ve bu konuda atılması gerekli olan adımlar tartışılıyor.
Gece hayli uzun bir uzun yolculuktan sonra salimen Edirne’ye vasıl oluyoruz. Tabii, üzerimizde tatlı bir yorgunluk ve içimizde bir rüyadan istemeden uyanmışçasına tekrar bu eski topraklara sıla yapma duygusunu taşıyarak.
|