hürbalkan internet dergisi
  Bulgaristan'da Türk Varlığı
 


Osmanlı gazilerinin Gelibolu yarımadasına çıkmalarıyla başlayan Şark Meselesi önce Türklere karşı Avrupa topraklarını nasıl koruyabilmek ve 1683 Viyana bozgununndan sonra Türkleri Avrupa topraklarından nasıl atabilmek sorularına cevap aramak endişesiyle yaratılmıştı. Bu süre içinde, Türk dinamizminden ürken Hristiyan dünyası Türkün çirkin bir görünümünü yaratmak istemiş, gerek edebiyat ve gerekse sanatında bu konuyu özellikle işlemişlerdi. XVIII. yüzyılın sonuna doğru yaklaşıldığında bünyesinde ekonomik, kültürel ve teknolojik değişmeyi geliştirerek güçlü ülkeler arasına katılan Rusya, Fransa ve İngiltere ile birlikte karşısında ortak bir sorun bulmuştu: Gerilemekte olan Osmanlı İmparatorluğu'nun geleceği. XIX. Yüzyılla birlikte sorun Türk'ü Avrupa topraklarından atmaktı. ancak bununla yetinilmezdi. Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda 31 Ekim 1918'den sonra 21 ay 11 gün boyunca uzun süren pazarlıklar Türkiye'nin paylaşılmasını gündeme getiriyordu. Ancak, Türkün şanlı istiklal mücadelesi buna imkân vermedi. Şark Meselesini halletmek üzere olduklarını düşünenler, genç ve kuvvetli Türkiye Cumhuriyeti'yle karşılaştılar.
Fuad Köprülü'den bu yana artık kuruluş şartları pek iyi bilinen ve bir yandan eski Türk geleneğine, diğer yandan da İslâmî esaslara dayanan Osmanlı devletinin gelişme yönü, sürekli Batıya doğru olmuştur. 1345'e doğru kendisi gibi bir gazi beylik olan Karesioğullarının ilhâkı, Osmanlılara Edremid Körfezi ile Kapıdağı arasındaki bölgeyi kazandırarak, onları Avrupa toprakları karşısına getirdi. Karesi gazileri, bu önemli uç bölgesine atanan Orhan Bey'in enerjik oğlu Süleyman'ı Rumeli'de fütuhata teşvik ettiler. 1346'dan 1352'ye kadar geçen süre içinde Osmanlılar, Aydınoğlu Gazi Umur Bey de haçlılarla uğraştığı için bu bölgede gazayı yürüten tek kuvvet olarak Balkanlardaki Bizans'ın durumundan yararlandılar ve 1352'de adım attıkları Rumeli'de sürekli ilerlediler.


Bu ilerlemede Osmanlıların hemen bir uç oluşturarak orayı yeni bir hayat ve faaliyet alanı olarak belirlemelerinin büyük rolü olmuştur. Kronolojiyi kısaca hatırlarsak, 1357'de Süleyman Paşa'nın ölümü üzerine Şehzâde Murad'ın lalası Şahin ile birlikte bu bölgeye gelmesi 1361'de Edirne'nin fethi, Kuzeye doğru fütuhatı ilerletmek için oluşturulan uç kollarının faaliyetini hızlandırdı. 1366'da artık Rumeli'de yeterince kalabalıklaşmışlar ve sağlam bir şekilde tutunmuşlardı. Bu göç hareketi fetihleri adeta zorlamaktaydı. XV. yüzyıl ortalarına ait paşa sancakları nüfus tahrir defterleri bu bölgelerde nüfusun % 80-90'a varan büyük çoğunluğunun daha o zamanlarda Müslüman Türklerden ibaret olduğunu göstermektedir. Bu deliller, Gregoras ve Dukas gibi Bizans kaynaklarının, "Türklerin kitle halinde yerleşmek üzere geldikleri" hakkındaki ifadelerinin mübalağalı olmadıklarını göstermektedir. Esasen Osmanlılar bunun için Selçuklular tarafından da geniş ölçüde kullanılmış, eski bir kolonizasyon usulü olan ve sürgün denilen yöntemden yararlanarak Türkmen gruplarını özellikle istila yolları üzerinde ve uçlarda yerleştirmişlerdi. Diğer taraftan XV. yüzyıla ait vakıflar ve tahrir defterleri, çiftçi halkın da geniş ölçüde kolonizasyon yaptığı ve yüzlerce köyün kurulduğuna tanıklık etmektedirler.


Gelen Müslüman Türklerin genellikle Hristiyan köyleere karışmayarak müstakil köyler kurdukları görülmektedir.Fetihlerin ilerlemesiyle uçlarda yeni sınırlara ulaşılmakta ve yeni ilerleme kolları düzenlenmekteydi. Edirne'nin fethinden sonra sol kolda Evranos Gazi komutasında İpsala, Gümülcine, Serez, Selanik yönünde ilerlenirken orta koldaki uç beyi idaresinde Edirne merkez olarak Filibe, Sofya yönünde; sağ kolda da Zağra, Karinabad, Dobruca, Silistre'ye doğru hedefler belirlenmişti. Uçların bu taksim şekli, eski Türk geleneğine bağlı olup ileride Rumeli'deki sancaklar sağ, sol ve orta kol sancakları olarak üçe ayrılacaktır.


I. Murad'ın saltanatı döneminde bu ilk üç istikametteki Balkanların başlıca yolları ve merkezleri, Osmanlılar tarafından ele geçirilmiş bulunuyordu. Orta kolda Meriç vadisi, sağ kolda Tunca vadisi izlenerek Balkan dağları eteklerine daha 1366 yılında varılmıştı. Oradan Sofya'ya, 1385'lerde ulaşıldı. 1386'da Niş zaptolundu. Fetihler sürüp gitti. Osmanlılar birbirleriyle rakip olmaları yüzünden müttefik bulmada zorluk çekmediler. Mesela 1365-66'da Bulgaristan'ın kuzeyinden Macarlar ve Eflak Beyi tarafından istilaya uğraması, Bulgar Kralı Şişman'ı Osmanlılara tâbi hâle getirmişti.Diğer taraftan Osmanlılar Balkan anarşisi içinde birleştirici dinamik bir kuvvet olarak meydana çıktıktıkları zaman Bizans ve Balkanlar yalnız siyasî bakımdan değil, sosyal ve dinî bakımdan da derin bir ayrılık içindeydi. Merkezî otoritenin yokluğu, iç harpler, eyaletlerde senyörlerin toprak ve köylü üzerinde çok sıkı ve keyfî tasarruf ve tahakkümünün yerleşmesi sonucunu vermişti. Toprağa bağlı köylü, senyöre mahsul vergisinden başka bir takım angarya hizmetler de yapmak zorundaydı. Odun ve saman temini, öküzlerle senyör için haftada iki veya üç gün hizmet, bunların en yaygın ağırlarıydı.


Çiftçinin toprağından kaçması ve senyörler arasında köylüyü kendi toprağına çekmek için rekabet ve mücadele, bu kötü şartların doğurduğu bir sonuç idi. Osmanlı yönetimi gelince, şu prensipleri tatbik ederek Balkanlarda adeta sosyal bir inkılabın temsilcisi oldu. Öncelikle bütün tarım toprakları üzerinde devletin yüksek mülkiyet haklarını tesis ettiler, başka bir deyişle toprağı sıkı şekilde devlet kontrolü altına aldılar. Mahallî senyöriyal hakları ilga ettiler ve mahallî senyörlükleri kaldırdılar. Bunun doğal bir sonucu olarak senyörlerin ve manastırların köylü üzerindeki angarya ve imtiyazlarını lağvettiler. Mesela odun, saman, taşıma, senyörün toprağında çalışma angaryaları karşılığında 22 akça çift resmi denilen bir vergi koydular. Feodal hizmetlerin suistimallere açık uygulamalarına karşı, bu kolay ödenebilir vergi, başlı başına bir inkılap olmuştur.


Kısacası Türk rejimi Bizans'ın son döneminde ve Stefan Duşan İmparatorluğu parçalandıktan sonra Balkanların büyük bölümünde ve Frank egemenliği altındaki Yunan topraklarında görülen feodalleşmeye karşı köylüyü etkili koruma altına alan, tarafsız, yerli halkın haklarına saygılı, kuvvetli bir merkezî idareyi ve onun getirdiği bir güveni temsil etmekteydi.


Balkan feodal dünyasında genel olarak devlet gücünün belli ölçüde yok olarak yerini senyörlerin dallanıp budaklanmasına ve birbirlerinin içine girmesine bıraktığı görülür. Buna karşılık, Osmanlı padişahı, veziriazam ve divanın yardımlarıyla köklerini imparatorluğun dört bir yanına kadar uzatan bir yönetim piramidinin tepesinde yer almaktadır. Merkezî iktidarın uygulayıcıları, yani ehl-i örfü, yargı gücünün temsilcilerini denetim altında tutmaktadır. Osmanlı devleti feodal sistemde olmayan bir dizi özellik arzetmekteydi. Tımarlardan yararlanma hakkının ancak hizmet karşılığı devredilmiş olması ve bu hakkın çiftçilerin bizzat kendileri üzerinde değil, reayanın devlete yükümlü olduğu mali haklar üzerinde tesis edilmiş bulunması, belirtilmesi gereken en önemli niteliklerdir.


Özelliklerini kısaca açıkladığımız bu yönetim düzenini kuran Türklerin başvurdukları fetih sistemi, komşu devletlerdeki hükümdarlıkları ele geçirip buralarda yerleşmek, sonra yerli hanedanları tedrici şekilde yok ederek o bölgeler üzerinde kontroller kurmaktı. Bu, o bölgedeki yaşayan ahalinin assimile edilmesi, ihtida ettirilerek kimliklerinin yokedilmesi demek değildir. Ortadan kaldırılan feodal yöneticilerdir. Türk yönetiminin iledi düzeni buradaki yerleşiklerin hayat şartlarında olumlu tesirler yapmıştır. Bu hususta da tımar sisteminin rolü büyüktür. Tımar sistemi bir yandan yerli ahaliyi etkilerken diğer yandan da merkezî otoriteyi getirdiği için Türk göçünü de kolaylaştırmıştır. Nitekim, tımar sisteminin uygulandığı bölgelerde Türkleşme uygulanmayan bölgelere göre daha fazladır. Bu iki yönlü gelişmenin örneklerini şöyle sıralayabiliriz:


Bir Arnavut tarihçi olan Selami Pulaha tarafından 1974 yılında Tiran'da yayınlanan 1485 Tarihli İşkodra Tahrir Defteri'ni (Defter-i Mufassal-ı Liva-i iskenderiye) incelediğimiz zaman ilk göze çarpan husus, yer ve şahıs adlarının orijinalitesini koruduğudur. Mesela II. cildin 5'inci sayfasında sekiz tane dinî ibadet yeri görülmektedir. Bunlardan beşi manastır, ikisi kilise, biri de keşişliktir. İpek nahiyesinde bir Müslüman, altı tane de gayrimüslim mahalle vardır. Aynı nahiyenin köylerinde de nüfus çoğunluğunu Müslüman olmayanların oluşturduğu görülmektedir. İpek nahiyesinde yerleşim merkezi olan manastırlar bulunmaktadır. Sayıları on kadar olan bu manastırların bir kısmının isimleri: Manastır-ı İstasi, Manastır-ı Şumti Bogovaç, Manastır-ı Nikola şeklindedir. Eserin 30'uncu sayfasında bulunan Karye-i Komnende de aynı manzara görülmektedir. 36'ıncı sayfada bulunan Kumaron nahiyesinde de bir manastır bulunmaktadır.


Bu defterdeki örnekler Osmanlıların fethettikleri bölge halkını, dil, din ve ırk açısından serbest bıraktıklarının açık bir delilidir. Aslında Arnavutluk'a ait olan bu defterlerde Müslüman olmayanların çok oluşu, defterin ilk dönemlere ait olmasından kaynaklanmaktadır. Çünkü Osmanlılar, İslamiyeti teşvik için bazı kıstaslar koymuşlardır. Yerli halkın bazı görevlere gelebilmesi için askerî kadroya girmek veya bazı görevlere gelebilmek için Müslüman olması gerekmektedir. Böyle olunca özellikle Arnavutluk ve Bosna gibi bazı bölgelerde zorlama olmaksızın dikkate değer ölçüde İslamlaşma görülmektedir. Ancak Arnavutlar ve Boşnaklar İslamiyeti kabul ettikleri halde milliyetlerinde bir değişiklik olmamamıştır. Yani Türkleşmemişlerdir. Nitekim Arnavut tarihçisi Selami Puhala bir çok araştırmasında bu hususu açıkça dile getirmektedir.


Dr. Gyula Kaldy-Nagy'nin 1971 yılında yayınlamış olduğu Kanunî Devri Budin Tahrir Defteri (1546-1562), Macaristan'daki Türk hakimiyetini daha yakından tanımaya imkân vermektedir. "Nahiye-i Budun der liva-i Paşa" başlığı altında Nefs-i Budun'daki şahıs adlarının ve mahallelerin büyük bir kısmının gayrimüslimlerden oluştuğu görülmektedir. Halbuki daha sonra bahsedeceğimiz Sofya Tahrir Defteri'ne göre, Sofya şehrinde nüfus çoğunluğu Müslüman Türklerdir. Hatta defterin önsözünde de belirtildiği gibi bazı Macarca kelimelerin defterde kullanıldığı görülmektedir. Mesela biro=muhtar, diak= kâtip, varos= şehir... gibi.


Mc. Govan, Bruce W. tarafından 1983 yılında yayınlanan Sirem Sancağı Mufassal Tahrir Defteri, Osmanlılar devrinde Sirem'in nasıl yönetildiği hakkında geniş bilgi vermektedir. Belgede Türklerin fetih politikaları ile ilgili oldukça ilginç kayıtlar bulunmaktadır. Burada ilgimizi çeken husus, Osmanlıların en belirgin fetih ve yerleşme politikası olan; bir bölgeyi aşamalı olarak merkezî yönetim altına alma yöntemidir.
Sirem sancağının sakinleri Sırplar olduğu için yer ve şahıs adlarının çoğu Slavcadır. Sirem sancağında da nahiye ve köy adlarının büyük bir kısmı eski yer adlarının devamıdır ve yayınlayan tarafından da belirtildiği gibi çoğu Slavcadır. Burada Masanstır-ı İstari ve Kızıl Kilise gibi yerleşim merkezleri vardır. Sancağın İlok kasabası şehir merkezi olarak çoğunlukla Müslüman Türklerden oluşmaktadır. ancak az sayıda da olsa gayrimüslim isimlere rastlanmaktadır. Aynı kazanın köylerinden ikisi Müslüman Türk, 37'si gayrimüslim ve üçü de karışıktır. Müslüman Türk olmayan köylerin bir kısmında bir veya iki hane Müslüman Türk bulunmaktadır. Pek çok kazası olan Sirem sancağının öteki kazalarının da durumu İlok ile benzerlik göstermektedir.


Buraya kadar sıraladığımız örnekler, Osmanlıların Balkanlardaki egemenliği gerçekleşirken bugünkü bazı tarihçilerin iler sürdükleri gibi sistemli bir ihtida, yani İslamlaştırma politikası takip etmediklerine delildir. Nitekim Batılı bir Osmanlı tarihçisi olan Machicl Kiel, 1985 yılında yayınladığı Art and Society of Bulgaria in tihe Turkish Period adlı eserinde bu görüşleri aynen desteklemektedir. Zaten böyle bir zorlamayı gerektirecek bir davranışa yönelmeleri söz konusu olmazdı. Şöyle ki,



1. Osmanlı devleti, Orta-Doğu İmparatorluklarının çoğu gibi bir takım kaynaklardan beslenen, özellikle eski Türk geleneğinden etkilenen bir yönetim anlayışını, İslami teoriye dayandırmıştı. İslam hukuku olan fıkıh, temel olarak Müslümanların ilişkilerini düzenleyen kurallar getirmiş olmasına rağmen Müslüman olmayanların da İslam halifesinin otoritesini tanıdıkları takdirde zimmî statüsüne alınarak hangi esaslara tabi olacaklarını belirlemişti. Yönetim açısından onların gayrimüslim olmaları, herhangi bir zorluk yaratmıyordu. O nedenle İslama davet ya da kendiliğinden hidayete erme, ancak sevinçle karşılanan bir olgu olarak değerlendirilmekte ve bu tür yeni din kardeşleri hüsnü kabul görmekteydi.
2. Balkanların fethinde biraz önce de açıkladığım gibi Osmanlılar "uç" geleneğinin itici gücünden yararlanmışlardı. Uç hayatının hoşgörülü, elektrik nitelikleri, zimmî denerek, padişahın koruyuculuğu altına alınan gayrimüslimlere karşı hinterlanddan daha toleranslı bir davranışa sebep olmaktaydı.
3. Ayrıca, gayrimüslimlerden alınan şerî vergi cizyenin, nakdî bir vergi olması dolayısıyla bu gelirler doğrudan merkezî hazineye aktarılabilecek cinsten olduğu için devletin bu açıdan da zorla İslamlaştırma politikası uygulaması söz konusu değildi.
4. Fethedilen ülkelerin yine İslamî teori açısından dârü'l-İslama, İslam toprağına dönüşmesinden dolayı buraları Türk-İslam nüfus açısından da yerleşmeye açık hale geliyordu. Nitekim gelişmenin bu ikinci yönünün bol sayıda delilini sıralamak mümkündür:


Fethedilen bölgelere Türk-İslam nüfusun akımı, başlıca şu yollarla oldu:
1. Osmanlıların Balkanlara geçip ilerlemeye başladıkları andan itibaren Türkmenlerin de orada yerleşmeye başladıklarını görüyoruz. Bu iş ilerledikçe buna uygun olarak Türkmen taifelerinin sayıları ve önemleri artmış, daha sonra da bunları askerî bir teşkilata bağlamak, kendilerine mahsus bir nizam ve kanun meydana getirmek gereği ortaya çıkmıştır. Bu vakıanın delillerini hem kroniklerde, hem de tahrir defterlerinde bulmak mümkündür. Mesela, Aşıkpaşazâde, daha 1335'de "Karesi vilayetine gelen göçer evlerin Rumeli'ye geçirildiğini, bunların bir müddet Gelibolu civarında sâkin olduklarını" kaydetmekte ve Hayrabolu'ya giderek yurt tutup gaza ile meşgul olduklarını ilave etmektedir. Bunu fethin ilerdeki safhalarında Balkanların bütün bölgelerinde görüyoruz.


Rumeli'de tamamen yayıldıktan sonra tahrirlerini ve yükümlülük altına alınmalarını kolaylaştırmak amacıyla, Türkmenler ya yoğun olarak bulundukları mevki ve merkezin adına, ya herhangi bir niteliklerine, ya da o cemaatin reisliğini yapan kişinin adına göre adlandırılmışlar ve resmî işlemlerde böylece tanınmışlardır. Diğer taraftan, bu Türkmen gruplarına göre ayrı ayrı defterler düzenlenmiş, bunların birer suretleri merkeze gönderilmiş, diğer suretleri de Türkmen beylerine verilmiştir. Daima başvurulan, gerektiğinde sureti çıkartılarak ilgili kişilere gönderilen bu defterler zaman zaman yenilenmiş yeni durumları tam ve doğru olarak aksettirecek yeni tahrirler yapılmıştır.
__________________
Gönlüm kuşu kanat çalmaz sensiz bir an, Azerbaycan,
Hoş günlerin gitmez müdam, hayalimden, Azerbaycan.

Senden uzak düşsem de ben, aşkın ile yaşıyorum,
Yaralanmış kalbim gibi, kalbi viran Azerbaycan.
 
 
  Bugün 171 ziyaretçi (246 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol