Başlıklar |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
OSMANLILAR BULGARLARI ZORLA |
|
|
OSMANLILAR BULGARLARI ZORLA
İSLAMLAŞTIRIP TÜRKLEŞTİRMEDİLER
Osmanlı Türkleri, azınlıkların toplumsal yaşamına hiçbir zaman karışmamıştır. Ünlü tarihçimiz Prof. Dr. Ekrem Akurgal, Ocak 1999’da yazdığı bir makalede şunu söyler: “Osmanlılar, Hititler gibi, egemenlikleri altındaki krallıkları hoşgörülü bir davranışla yönettiler, onların insanlık haklarına, dillerine, dinlerine, törelerine, kültür ve sanatlarına saygılı davranıyorlardı. Bu nedenle, güçlü ve uzun ömürlü bir imparatorluk kurdular.”
Hıristiyanları 500 yıl buyruğunda tutan Osmanlı, din ve mezhep baskısı yapmıyordu, onun tek derdi cizye vergisi toplamaktı. Burada tarihin garip ama gerçek olaylarından birini anmadan geçemeyeceğim: Marmara adasının Kılazak (bugünkü adıyla:Topağaç) köyü tarihinde ilginç bir olay var: Arnavutça konuşan Hıristiyan Ortodoks mezhebindeki köy halkı, -belki de cizye vergisi vermekten kurtulmak için-Hıristiyan dinini bırakıp Müslüman olmuş. Oysa, bunun emsal olmasından, sonuçta cizye gelirinden yoksun kalmaktan korkan Bâbıâli, Kılazaklılara iki kat cizye vergisi cezası yüklemiş! Hani, nerde kaldı, Osmanlı’nın Hıristiyanı zorla Müslüman yapması? Gönül rızasıyla Müslüman olanları bile kabul etmiyor! Marmara takım adalarındaki Hıristiyanlar, ancak 1922 yılında düşman donanmasının korumasında Yunanistan’a sığınmıştır.
Osmanlı yönetimi döneminde, öteki azınlıklar gibi, Bulgarlara da sevgi, saygı ve hoşgörüyle “muamele” edilmiş; din, mezhep, dil ve kültürlerini korumalarına izin verilmiştir. Bugün, Bulgarların öteki Slav uluslarından ayrı bir dile, yazına, kültüre “sahip” olabilmesi, Osmanlı Türklerinin bu hoşgörüsüne çok şey borçludur, kanısındayız.
Ünlü Bulgar yazarı Emiliyan Stanev (1907-1979) demiştir ki: “Beş yüzyıllık Osmanlı yönetiminde dilimizi ve milliyetçilik bilincimizi koruyabilmişsek, bu, Türklerin bizi eritme gibi bir amaç gütmemiş olması yüzündendir.”
Osmanlıların Bulgaristan’a getirdiği uygarlığı, başka bir Bulgar yazarı şöyle belirtir: “Osmanlılar gelince, yorgan ve döşeğin bile ne olduğunu bilmeyen, hayvanlarla aynı kulübede yatıp kalkan Bulgar halkının yeni bir ortamla yüzyüze gelince nasıl bir gelişim gösterdiğini bütün dünya bilir.” Nitekim “yorgan” ve “döşek” sözcüklerinin Bulgarca’da karşılığı yoktur, bu sözcükler bugün bile Türkçe olarak kullanılır:Yorgan: yorgan, Yurganciya:yorgancı, Döşek:döşek, Düşece: küçük döşek, Düşekliköşeklik (döşek için bir tür kaba kumaş.)
Müslüman Osmanlı Türkleri, eğer zamanında (Örneğin:İspanya’da Ortaçağ’da Müslümanlara yapıldığı gibi)Hıristiyanların kullandığı taktikleri kullanmış olsaydı, daha sonra içine düştükleri acı durum asla ortaya çıkmazdı. Bunun yerine, Türkler, din ve inanç ayrımı gözetmeksizin, Balkan yarımadasının tümüne uygarlık getirmeye çalıştılar. Bu, onların soyluluğundan ileri geliyordu. Ancak, daha sonraları bunun bedelini çok ağır ödediler.
Osmanlı döneminde, Bulgarların tam bir din ve mezhep özgürlüğü vardı. Diledikleri gibi kârlı işlerle uğraşıyorlardı. Özellikle Avrupa’ya gülyağı satıyorlardı. Askere gitmiyorlardı. Canları, malları, ırzları tam bir güven altındaydı. Okulları, kitaplıkları, gazete ve dergileri, spor kulüpleri, sosyal ve kültürel dernekleri, hastaneleri, hayır cemiyetleri, her şeyleri vardı.(Bugün oradaki 2,5 milyonluk Türk azınlığı -uluslararası ve ikili Türk-Bulgar anlaşmalarına karşın- bu haklardan hiçbirine sahip değildir.)Sözün kısası, yönetimden yana şikâyet için ortada hiçbir neden yoktu. O halde, 1877-78’de Osmanlı-Rus savaşı niçin oldu?Sorulmaya değmez mi?
Ünlü Osmanlı tarihçisi Robert Mantran’ın editörlüğünde uzman bir ekibin yazdığı, Server Tanilli’nin dilimize çevirdiği “Osmanlı İmparatorluğu Tarihi” (2 cilt, İst., Adam Yayınları, 1999) adlı önemli ve nesnel yapıtta, Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasal olduğu denli ekonomik, toplumsal, kültürel ve kurumsal tarihi anlatılır. Örneğin, yükselme dönemine ışık tutan bir saptama şöyle:“Dönemin Osmanlı dünyasının kimi görünümleri, modern devletin habercileridir; çünkü sultan, yetkilerini kullanmada, yalnız şeriatça değil, boyun eğdirdiği halkların örf ve âdet hukukunca da sınırlı bir hükümdardır.” (s.170). Balkanlar’daki Osmanlı mirası konusunda, bu yapıtta, Balkan dillerinde çok sayıdaki Türkçe sözcüklere dikkat çekilerek deniliyor ki: “Doğu Avrupa halkları üzerindeki bu derin etki, Türklerin oynadıkları rolü iyi gösteriyor ve yeni bir kent uygarlığının temellerini ilk atanlar Türkler olmuştur orada. Denilebilir ki, Almanların Avrupa’da Slavlar ve Macarlar üzerinde oynadıkları rolü, Babıâli, Balkan kent uygarlığının yapılanmasında oynadı.” (s.169). Bu yapıtta, şeriat ve örf-âdet hukukuyla sınıflandığı için, Osmanlı rejimine “despotizm” denilemeyeceği de anlatılıyor (ss.208-214). Osmanlı fetihleri Balkanlar’da “düzen ve gönenci (refahı) olabildiğince sağlamaya” çalışmış, halk üzerindeki eski feodal yükleri hafifletmiş, “keyfiliğin yerine devlet yasası”nı koymuştur.
Gazeteci-yazar Murat Bardakçı’nın 25 Temmuz 1999 tarihli “Hürriyet” gazetesinde (s.14) çıkan “Kilisedeki müthiş ferman” başlıklı yazısında belirttiğine göre, Bosna-Hersek’te görev yapan Türk birliği, Fojnica kentindeki Katolik manastırında Türk tarihi bakımından son yılların en önemli keşiflerinden birini yapmış. Bir rahibin restorasyon isteği üzerine manastıra giden Türk komutanlar, Fatih Sultan Mehmet’in bilinmeyen bir fermanıyla, bir kaftanla yaklaşık 4.000 Türkçe elyazmasıyla karşılaşmışlar. Fatih, Bosna’yı 1463’te fethetmesinden hemen sonra, 28 Mayıs 1463 tarihinde Milodraz’da verdiği fermanda: “Allah, peygamber ve taşıdığım kılıç üzerine yemin ederim ki, Hıristiyanlar dinlerinde serbest olacaklar, bu kişilerin yaşadıkları yerlere ve kiliselerine kimse mani olmayacak, sıkıntı vermeyecek ve herkes yerinde kalacaktır... Kullarımdan ve halkımdan hiç kimse bu kişilere, canlarına, mallarına ve kiliselerine taarruz etmeyecek, onları incitmeyecek; yabancıların buraya yerleşmek üzere gelmelerine karşı çıkılmayacaktır...” diye buyurmaktadır.Mehmetçik, fermanın bulunduğu bu kiliseyi derhal koruma altına almıştır. Fatih böylece, 536 yıl öncesinden bugünün dünyasına bir insanlık ve hoşgörü dersi vermektedir.
Bundan birkaç yıl önce, Sofya’da Bulgarca olarak, “Biz niçin böyleyiz?” diye bir kitap yayımlandı. İvan Elenkov ile Rumen Daskalov’un ortaklaşa hazırladığı bu önemli kitap deneme, eleştiri, söyleşi türünden yazıları bir araya getiriyor. XX. yüzyıl başından 1940’lı yıllara uzanan bir zaman kesiminde yazılmış bu yazılar, tarihsel kimi gerçekleri günyüzüne çıkarıyor. Bulgar kültür tarihine bir giriş denemesi sayılabilir.
Rumen Daskalov önsözde konuyu şöyle özetler: “Osmanlı İmparatorluğu döneminde yaşanmış olan acıklı sahnelerden hainlikler, alçaklıklar bir yana bırakılarak, direnişin en belirgin anları seçilip bizim ders kitaplarına alınmaktadır. İslam dinini zorla benimsetme, etnik asimilasyon mitolojimizde dev boyutlara ulaşmıştır. Tarih biliminin de itiraf ettiği gibi, Osmanlı İmparatorluğunun dinler arası hoşgörüyü koruması, birçok Bulgarın da “hak din”den olanlara verilen kimi ayrıcalıklara kapılarak İslam dinine geçmek için adeta aralarında yarışırcasına koştukları bir durum vardır. Sanki Osmanlı yönetiminde insanlar inim inim inlemiş, tek düşünceleri de bir an önce kurtuluş çaresi bulmak imiş... Bizde tarihsel olaylar tabulaştırılmaktadır.” (s.31)
Osmanlı döneminde Bulgaristan’da doğmuş (1866), İtalya’da sürgündeyken ölmüş (1912) olan ünlü Bulgar ozanı ve yazarı Penço P. Slaveykov, 1904 yılında şunları yazar: “Bulgarlar, 500 yıllık Osmanlı köleliği döneminde birçok şey için Türklere teşekkürü borç bilmeli. Her şeyden önce, Bulgar olarak kaldıkları için... Türkler onları kendi haline bırakmışlar, kendilerini düşünmek için, yaşamın koşullarına göre ihtiyaçların gerektirdiği düzeni kurmak üzere onlara yeterince zaman ve olanak sağlamışlardır.” Bunu söylerken, o, din değiştirme konusunda Osmanlı döneminde Türklerin kaba kuvvete başvurmadıklarını anlatmış oluyordu.
İngiliz tarihçisi Geofrey Lewis demiştir ki: “Araplar gibi,Türkler de Hıristiyanları din değiştirmeye zorlamadı. Devşirme uygulaması dışında Hıristiyanlar, dince yarı-özerk yaşadılar.”
Dünyaca ünlü tarihçimiz Prof. Halil İnalcık da, “Devlete sadık kalmaları, vergi ödemeleri karşılığında, Hıristiyan ve Musevi vatandaşların can ve mal güvenliği garanti altına alındı” diye yazmıştır.
Sofya’da Balkanoloji Enstitüsü’nden Doçent Antonina Jelâzkova, 1989 Haziranında yabancı bir radyo aracılığıyla, Bulgaristan’dan sınırdışı edilen Türklerden özür dilemiş, totaliter rejimden bu zoraki göçü durdurmasını istemişti. Bir söyleşisinde şunları anlattı:
“Bana göre, totaliter rejimin en büyük cinayetlerinden biri “soya dönüş” sürecidir. 1970’li yılların sonbaharından beri Balkanlar’da İslamlığın yayılması konusu ile uğraşırım. XV.-XIX. yüzyıllar arasındaki dönemde Balkan ahalisinin İslamlığa geçmek için teke tek, topluca verdikleri dilekçeleri ilk duyuran Osmanlıca uzmanı benim. Belki benden önceki meslektaşlarım da arşivlerde bu belgeleri görmüşler, ama şu ya da bu nedenle bunları görmezden gelmişler, hatta yok saymışlardır. Bunlar ise o denli çok ki, yüzlerce, binlerce... O sırada bu belgeler, benim başıma bir sürü sorun açmıştı. Bulmuş olduğum, üzerinde çalışma yaptığım bu belgelerin tezimde kalabilmesini, güçlükle sağlayabildim. Çünkü elde ettiğim sonuçlar, “İslamlık Bulgaristan’da yalnız silah ve kılıçla, yani zorla kabul ettirilmiştir” gibi geleneksel görüşle taban tabana zıttı. Hele Anadolu’dan gelip Bulgaristan topraklarında yerleşmeler sorununu ele alarak işlemem, bu yerleşmelerin miktarı ve boyutları resmi kurumları çıldırtıyordu. Çünkü bütün kuşakların İslâmlaştırılıp Bulgarlardan olduğu propagandasını çürütüyordu.”
Ünlü Bulgar ozanı ve yazarı Stoyan Mihaylovski (1856-1927) demiştir ki: “Okullarımızda yalnızca 500 yıllık Türk köleliğinden söz edilir. Oysa, Bulgar halkı 1.000 yılı aşkın bir süre köle olarak yaşamıştır.”
Bulgar edebiyat tarihçisi ve felsefecisi Kristö Kristev (1866-1919) de şunları yazmıştır:“25 yıldır bizim tarihimiz ve kültürümüz, toplumun kültürsüz insanları, vicdanı kirli, kaba kuvvet sahipleri tarafından vücuda getirilmektedir...”
GENEL SONUÇ
Görüldüğü üzere, Osmanlı-Türk kültürünün Balkanlar’da, özellikle Bulgaristan’daki izleri pek derin ve geniştir, dolayısıyla etkileri de çok yaygın ve kalıcı olmuştur, denilebilir. Toplum ve insan olarak, Balkanlılarla ne çok benzerliklerimiz olduğunu da yine anımsatalım!
|
|
|
|
|
|
|
Bugün 21 ziyaretçi (28 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|
|
|
|