Osman ki; Osmanlının güneşidir, ışığıdır, hilaline çok zor kavuşmuştur. O hilal ki Şeyh Edebali kızı Malhun Hatun’dur. Osmancık’ın çoktan Kara Osman ya da Deli Osman’a döndüğü günler… Delikanlılık, yiğitlik günleri… Aklı fikri avda, güreşte, cenkte… Devlet sevdası daha gönlüne düşmemiş. Nasıl düşsün ki babasına bir şey olduğunda yaşlı amcası Dündar ve ağabeyleri Gündüz ve Savcı Beyler daha çok uygun düşmekteler. Ancak ne aşireti, ne kaderi ne de Şeyh Edebali böyle düşünmemekte. Tekkesini ziyaret ettiği zamanlar Osman’ın gönlüne devlet sevdasını düşürebilmek için sabırla, nakış nakış işlemekte delikanlıyı. Hem devlet sevdasının ateşini yakıyor hem o devlete baş olabilecek kıvama, mayaya getiriyor onu. Ona sabrı, tahammülü, mücadeleyi, yılgınlığa düşmeden istediğine nasıl ulaşacağını kızıyla öğretiyor koca derviş… Zira dergâhına gelip gittiği günlerden birinde iç avluda ay misali bir kıza rastlıyor delikanlı Osman. Kimin nesi olduğunu öğrendiğinde daha bir şaşırıyor çünkü o ay yüzlü Şeyh Edebali’nin öz kızı çıkıyor. Şeyhinin kendisine muhabbetini bildiğinden hemen çekinmeden istetiyor ay yüzlüyü. Ama Şeyh kibarca reddediyor. Aradan günler aylar belki de yıl geçiyor. Hüzün, hayal ve umut yumağına sarılıyor delikanlı Osman… Ama vazgeçmiyor. O arada bir başkası daha istiyor Şeyhin kızını. Şeyh ona da vermiyor Mâl ya da Malhun Hatun’u. Bir daha umutlanıyor yiğit ve tekrar istetiyor. Ama cevap yine kibar bir ret. Şeyh biliyor işini. Çok ince hesaplarla yoğuruyor hamuru. Her reddedilişte biraz daha artıyor sevdası ve hırsı. Aradan bilinmez zamanlar geçiyor ve üçüncü kez isteniyor ay yüzlü ama cevap yine aynı: olmaz….
Tam da o duanın zamanı :”Allah’ım bana, değiştiremeyeceğim şeyler için kabullenme sabrı…..”
Hırsın bittiği ama sevdanın bitmediği, umudun bittiği ama kırgınlığın olmadığı, hayalin bittiği ama aşkın bitmediği yer…
Bilenler bilir; Yaralı bir gönlün dünyaya bakışı çok değişir. Bundan sonra artık Malhun’a giden yollar kapanmıştır. Çünkü 4. kez istemeyecektir onu. Üçün hak dördün edepsizlik sayıldığı zamanlar… Malhun’a sevdasının üstünü örterde canının içinde saklar yiğit… Devlet sevdası başlar uzun gecelerin sohbetlerinde.... Şimdi Malhun için değil devlet için gidip gelmeler başlar dergâha. Çünkü Şeyh Edebali o bölgedeki ahilerin lideridir aynı zamanda. Ona rağmen, orada devlet çok zordur da, onunla birlikte devlet yükün yarısını omuzlarından alınması demek.
Tekkeye gidip delişlerinde, gönlünde, kul kısmından kimsenin bilemeyeceği yerinde ince sızılar duydu mu delikanlı Osman bilinmez ama bir daha hiç bahsetmedi Şeyhe… Sadece sabrı, gayreti, mücadeleyi yani devleti konuştular.
Günler böyle akadursun aradan aylar beklide yıllar geçti. Kim bilir kaç gönülde yeni sevdalar filizlendi. Kim bilir kaç gönülde eski sevdalar küllendi. Delikanlı Osman’ın gönlündeki sevdanın ne olduğunu ise hiç kimse bilemedi. Sormaya da cesaret edemedi. O da kimseye söylemedi. Gönlünde ve aklında artık bir tek sevda vardı ve o sevda için Şeyh Edebali’nin dergâhına gitti geldi, geldi gitti. Devlet sevdası onun dilindeki tek sevda oldu.
Yine dergâhına gittiği günlerden biriydi. Sohbet o kadar uzadı ki vakit gece yarısını geçti. “gitme” dediler Osman’a. “ Vakit çok geç oldu. Bu gece burada kal” “olur” dedi O’da. Bir odaya götürdüler uyusun diye. Odaya giderken bir avludan geçtiler. Avlunun bir yerinde büyükçe bir çanağın içinde ç,l çil altınlar gördü. Garipsedi Osman. Öyle ortalık yerde o kadar altın?!!! Dayanamadı sordu kendisini odasına götüren dervişe :”neden böyle ortada durur bu altınlar?” yüzünü döndürüp altınlara bakmadan cevap verdi derviş “ Tekkeyi ziyaret edenler arasında muhtaç olanlar varsa bizden istemek mahcubiyetine düşmesinler istedikleri kadar alıp ihtiyaçlarını görsünler diye orda dururlar.”
Çok sonraları Osman’ın neslinden gelen birine, saraydaki havuza her gün altın attığı için, havuzdaki balıklara altın atıyor diye “deli” sıfatını layık görmüş bu günün pozitivizm bombardımanına tutulmuş beyinleri. Sadakayı gizli vermenin bin bir türlü yolunu icat etmiş bir medeniyette o havuzun etrafından geçen ihtiyaç sahipleri için altınların oraya atıldığını nereden bilsin buranın nasipsizleri.
Nihayet derviş ve delikanlı Osman odaya gelirler. Yatağı hazırlanan misafir sonunda odasında yalnız kalır. Odada duvara asılı bir Kuran-ı Kerim vardır. Yıllarca önce babasından dinlediği bir rüya gelir aklına. O da babası gibi Kelamullah’a karşı uzanıp yatmaz. Alır eline ve okumaya başlar. Ancak sabaha karşı göz kapakları ağırlaşır ve olduğu yerde uykuya dalar. Şeyhini görür Osman Bey. Düz bir zemin üzerinde yatmakta olan şeyhin göğsü yarılır ve oradan bir hilal doğar. Hilal yükselir ve bir başak yerde yatmakta olan Osman Bey’in yarılan göğsüne girer. Hilalin girişinden hemen sonra Osman Gazi’nin göbeğinden bir ağaç çıkar ve büyümeye başlar. Üç büyük kıta parçası ağacın dallarının gölgesinde kalır. Adeta bir çadırı andıran bir ağacın altındaki dört büyük dağ silsilesi çadırın dört destek direği gibidir. Kökünden ise dört büyük ırmak fışkırır: Dicle-Fırat-Nil ve Tuna… Kimileri bu sulardan bahçelerini sularken; kimileri içer, kimileri çeşmeler akıtır. Vadilerde haşmetli kule ve kubbelerle süslü şehirler görür. Kule ve kubbelerin zirvelerinde hilallerin parladığını, minarelerinde ezanların okunduğunu görür. Birden bir kılıç peyda olur ve üç defa İstanbul’un bulunduğu yere değdirir ucunu… Derken gerçekte okunan ezan sesine uyanır. O sırada akşamki derviş de kendisini sabah namazına kaldırmaya gelmiştir. Yatağın hiç bozulmamış olduğunu fark eder. Tam da misafiri iyi ağırlayamadıklarını düşünürken Osman Bey çok garip bir rüya gördüğünü söyler. “Aman” der, “ sakın onu anlatma. Şeyhim yorsun, O’na anlat “ O da öyle yapar. Şeyhe anlatır namazdan sonra. O anlattıkça şeyhin yüzünde tebessümler kanatlanır.”Oğul “ der, “ sana müjdeler olsun Hak Teâla sana ve nesline padişahlık verdi. Kızım Malhun Hatun sana helal oldu. Ondan kemal sahibi bir oğlun dünyaya gelip, cihana han olsa gerek.” Ve kızını Osman Bey’e nikâhlar. Derler ki düğün merasimi debdebeli Selçuk düğünü gibi değil, sünnet-i Peygamberî üzre ve sade ve vakurane icra kılındı.
Zamanın ve mekânın bittiği yerde, O “en sevgili” nin sancağının hemen yanı başında Gazi Dedemi görürsem eğer sormak isterdim kendisine, en çok devlet müjdesine mi sevindi yoksa Malhun’a mı diye.
KUMRAL DEDE
Rüyanın yorumlandığı demde Şeyh Edebali’nin yanında Kumral Dede derler bir derviş de vardır. Osman Bey çifte müjde ile hafifleye dursun, O da lafa karışır. Der “Ey Osman! Sana padişahlık verildi. Bize dahi bir müjdelik versen gerek değil mi?”
Eğer Kumral Dede ol demde Osman Bey’den dünyayı istese verirdi gibi geldi bize. Zaten O da “her ne vakit ki padişah olurum, sana bir şehir vereyim” der. Kumral Dede bu seferde aralarında geçen bu sözleşmenin yazılı olduğu bir kâğıt ister. “Ben kâğıt mı yazarım ki benden kâğıt istersin. İşte bir kılıcım var. Atamdan ve dedemden kalmıştır. Onu sana vereyim. Bir de maşrabam var. Onu da vereyim. Bunlar sende ve senin evladında dursunlar. Bu nişanı saklasınlar. Eğer Hak Teâla beni bu hizmete ( padişahlık) kabul ederse, benim nesebu neslim dahi o kılıcı gördüklerinde kabul edip ol yeri elinden almayalar.” Der. Dediği gibide olur. Osman Gazi sözünde durur. Ertuğrul Gazi beklide Gündüz Alp’ten kalan o kılıç asırlarca Kumral Dede’nin neslinden gelen torunlarının elinde durur. Osman Gazi’nin neslinden her kim ki o kılıcı görür, ol dervişlere ihsan etmeye devam eder. Kılıcın kınını tekrar yenileyip, padişah olduklarında o kılıcı ziyaret ederler. Tâki yolları İstanbul’a düşünceye dek.
.
BÜYÜK RÜYALARI BÜYÜK MİLLETLER GÖRÜRLER
Rüyalar tarihe kaynak niteliğini taşımazlar. Ancak milletlerin hafızalarında yer eder ve nesilden nesile aktarılırlar. Bu tür rüyaların bir kişi tarafından görülmesine rağmen bütün bir millet tarafından sahiplenilmesi aslında büyük rüyaları, büyük milletlerin gördüğüne en güzel delildir. Kaldı ki Osmanlı bu rüyayı gördüğü 14.asır başlarında rüyada gösterilen dağların-ırmakların hiç birine sahip değildi. Eğer bu rüya hiç görülmemiş de bir kısım aklıevvellerin dediği gibi uydurulmuşsa ortaya çıkan müthiş gerçeği kabullenmek zorundalar: oda küçük bir şehirde yaşayan, 400 çadırlık insanların beynindeki hedeflerin büyüklüğünün bundan çok daha büyük rüyaları gördürebileceğidir. Zira küçücük bir Söğüt kasabasında oturup da Bizans İmparatorluğunu yıkabilecek, İstanbul’u almalarını gerektirecek, Nil’in ve Tuna’nın hayallerini kurduracak güç, onlara bu rüyaları gerçeğe dönüştürecek kudreti de verecektir. 14. yüzyılda sayılan bütün bu ırmak- dağ ve bölgelerin 150 yıl içinde hiç eksiksiz Osmanlı’nın eline geçmiş olmasının daha başka nasıl bir izahı olabilir ki?...