hürbalkan internet dergisi
  Rumeliler.Com! Genel Bakış
 


 

 


Rumeliler.Com! LogoBunlardan birincisi Rumeli Kültürünü Türk varlığı içerisinde yaşatmak ve Türk varlığının önemli bir boyutu olarak her an canlı tutmak isteği. İkincisi çok değişik yaklaşımlı grupların böyle bir ortak hedef üzerinde duygu, düşünce ve eylem birliğine fedakarlıkla ve istekle razı olmak ve sonuçlarını Evlad-ı Fatihan'a mal etme yolunda bir iradeye ulaşmaları.

Bu iki unsur, diğer unsurların yanı sıra, hepimizin sanırım büyük ölçüde katılacağımız iki özellik. Rumeli insanı, Rumeli Türk insanı çok boyutlu kültürüyle, çok boyutlu uzantılarıyla dünyanın ileride hayal ettiği insan tipinin en gelişmiş örnekleridir. Bunu hiç tevazuya güvenmeden dikkatle, ilgiyle ve güçle bütün dünyaya duyurmamız gerekir. Bilmiyenlere öğretmemiz gerekir. Türkiye içinde bu özelliği yaşatmamız, geliştirmemiz ve bunu dünyaya göstermemiz gerekir. Çok ilginçtir ki, Rumeli kültürü çok kategorik bir kültür de değildir. Ama her zaman insancılığıyla Türk varlığına hep lokomotif olma, Türk varlığına her noktadan katılma özellikleriyle, Türkiye'nin Türklerin sevgi, saygı güven ve bağlılığını hep birlikte karşılıklı olarak edinmiş bir kültürdür.

Prof Dr Tuna Taner, Celal Bayar Üniversitesi Rektörü, 650 Yıl Sempozyumu, 4 Haziran 2002

Yeryüzünün En Güzel, En Kültür Fişkiran Bölgesi
İLBER ORTAYLI

40 yıldan uzun süren komünizm dönemi Balkanlarda kültürel yönden bir buzdolabı etkisi yarattı. İlginç bir kültüre, giyime ve üsluba sahip bir ihtiyarın yeni dünyaya açılışını yaşıyoruz adeta. Bütün Tuna boyu ülkelerinde kalabalık milli azınlıklar var; bunlar iki Dünya Savaşı arasındaki çatışmaların ve sert politikaların nedeniydi. Bugün ise, bir yandan sözgelimi son Bulgar Çarı ve yeni başbakan Simeon'un yürüttüğü politikalarla Tuna boyunda yeni bir Rönesans, öte yandan da başka yörelerde etnik çatışmalar sürüyor. Balkanlar tezatların kıtasıdır. Bu münbit, eski köklü ve yorgun nehrin etrafında bakalım hangi politika hakim olacak. Sünne-Belgrat-Budapeşte arası yeryüzünün en güzel, en kültür fışkıran bölgesi; ama insanların burada sulh içinde yaşamasını ve ziyaretçilerin Tuna gezilerinde güleryüzlü ev sahipleri görmesini dileriz. Tuna, tatlı acı tarihiyle Balkan halklarının ortak tarihidir. Bugün çoğu Tuna ülkelerinin tarihçileri, geçmişin acılarını abartmakta, renkli ve tatlı yönleriniyse pek hatırlamamaktadırlar. Bunun aksi yapıldığı takdirde Tuna, daha sevecen, daha içimizi aydınlatan bir ortamda Karadeniz'e doğru akacak. Tarihi bilelim, ama geçmişin kinini tutmaktan çok, geleceği daha iyi kurmak için.

RUMELİ KÜLTÜRÜ, Bir takım düşünceler:

Rumeli kültürünü farklı kılan nedir? Rumeli kültürü üstün ya da aşağı değildir. O bir türlü çözemediğimiz toplumsal devingenin farklı yüzlü çoçuğudur. Neden farklıdır? Belki de biz öyle hissettiğimiz için. (Konu 1 (sırasız): Rumeli Kültürü, tanımı, farklılıkları) Böylesi bir kültür neyi farklı kılmıştır. Hiçbirşeyi... Tarih akmıştır, sular durulmuştur yeniden dalgalanmıştır.

Ancak...

Rumeli Kültürü, belki de, Batı ile Doğu arasındaki çizginin hiç de öyle bembeyaz, kale çizgisi kadar belirgin ve düzgün olmadığının; yapay ayrımların anlamsızlığının, Osmanlı'nın yayılma ve sömürme düzeninin hiç de kır-dök üzerine kurulmadığının bir göstergesidir. ( 2: Rumeli Kültürünün yeri, kökeni, tarihsel önemi)

Rumeli külltürü, belki de, geldiği yer ve soy nereden olursa olsun, dîni ne olursa olsun, her kişinin (Kırım tatarı, Arnavut, Boşnak, Türkmen, Alevi, Kürt, Çingene, Pomak, Hudayinabit, vs.) ortak yaşamlarda ve -egemenlerin baskısıyla da olsa- asgari müşterekte buluşabileceğine işarettir. Balkan kazanı hep kaynamış, ancak en köpüksüz devrini (görünen o ki) Rumeli kültürünün en etkin olduğu dönemlerde yaşamıştır. Rumeli kültürünün doğal parçacıkları olan akıncılar, devşirmeler, gayrimüslim erkân, âyanlar, İttihatçılar, Turancılar, Kemalistler, Yücelciler, Alevîler, Sünniler, Sabetaycılar, Ortodoks ve Katolik papazlar, Megaloideacılar ve tüm merkezden uzakta yetişip merkezle kavrulmuş leblebilerin Osmanlı ve Türkiye üzerine etkileri gözlenir de, bu adamların derdi neydi de bu kadar zahmete giriştiler diye soran azdır. (3: Rumeli kültürünün yaşam kaynakları) Bu kültür neden zayıflayan yayılımına rağmen hâlâ yaşamaktadır? Neden hâla kendini Rumelili olaraka kabul eden -orada ya da burada- insanlar vardır? Bu hissediş Laz ya da Kürt olmaktan farklı mıdır?

Belki de hayat bir oyundur, ve gençliğinde şampiyon olan takımı tutup Avrupa heyecanı yaşamak isteyen Rumelili, küme düşmenin acısıyla kıvranmakta ancak "kendi takımından" başka tutunacak şey bulamamakta, çırpınmaktadır. (4: Rumeli kültürünün mevcut durumu)
Tek bildiğimiz, bu soruları yanıtını avlanmaya gideceğimiz (belki de spor olsun diye) bilgi gölünün/denizinin olmayışıdır. Günümüzde bilgi gölleri artık kendinden oluşmaya başlıyorsa da (Genel Ağ ve Sanal Zekâ yardımıyla) bu göllerin oluşması çokça zaman alacak ve oluşsa da "gemisi, iskelesi, feneri" olmayacaktır. Bu da kurulacak yapının bir yandan bilgi sunmasını bir yandan da yöntemlerin belirlenmesini ve arayışın sürekli olmasını sağlayacak ek görevler üstlenmesini gerektirecektir. Taraf seçimi de (Osmanlı'dan yana, diğerlerinin birinden ya da tümünden yana, olabildiğince tarafsız...), Yöntem seçimi de (bilimsel, dogmatik, vs.), hedef kitlenin seçimi de (Tüm insanlık, Balkanlar, Türk dünyası, akrabalar) elbette, bize aittir. Daha doğrusu bizle şekillenir. Her vakfın vakfiyesi hey hayrın kendince kaidesi vardır. Bizim tercihlerimiz de, e birbirimizi tanırız, az çok bellidir.

Evet, Rumeli geçmişte kalmış bir hüzün belki de bir heyecân. Rumeli Kültürü, belki de, temelini Osmanlı'nın siyasi (Roma'ya ve Bizans'a benzer, -laştırmalara dayalı) stratejilerinde bulan, inorganik ve zorlama bir oluşum... O nedenle unutulmalı belki, o tarihin bir yapısökümü yapılmalı, işler ticaret ekseninde yeniden boyutlandırılıp Drucker'ın en iyi biçimde işaret ettiği bölgesel güclerin hakimiyetinin yükselişine paralel bir Balkan ticaret ve kültür hareketine ön ayak olmalı. Bunu yaparken de yayılmacı olarak algılanabilecek "Rumeli" lafını bile etmemeli belki... Ancak ben bu bölgesel etkileşim ağı kurulmasını işin farklı ve kesinlikle yapılması hayırlı ikinci bir proje olarak tanımlamaktan yanayım. Rumeli işi ile bu iş sinerjiktir (tanışıklıklar, ilişkiler, seyahatler, coğrafi-kültürel ve ekonomik bilgi toplama), ancak yapılaşması ve tanıtılması çok farklı kanallardan, hatta Çin Duvarı'nın iki ayrı tarafından yapılmalı bence... .

Öte yandan, Rumeli'nin unutulması yerine irdelenmesini gerektirecek bazı ve çok pragmatik) sebepler var...
Hangi kültür kar beyazı, hangi medeniyet günahsız? Maddeci yaklaşımla; kültür tarihi sömürünün tarihi değil mi? Egemenlerin çeşitli kisvelerle düzüşmesinin hikâyesi değil mi? Ya da, döne döne kapışan toplumların bir "iyi" bir "kötü" yazısının altında görüntülemesi, bu arada kimilerinin hiç ölmeyecekmişçesine dökülen kemikleri sıyırmaları değil mi? Batının değerlerine (aslında tüm mirastan süzülen "ileri" ve "batılı" görüntüsündeki düzenin değerlerine) öykünme, bir şekilde, batının o önce paldır küldür sonra da çaktırmadan kayışına karşı pasif bir eğilişten kaynaklanmıyor mu, yarı cahil Türk (az)okumuşunun beyninde?..

Rumeli kültürü var ya, af buyurun, bizkültürün en görkemli aşkının piçidir aslında. Yeşil gözlü kara kaşlı bir piç. Osmanlı, Balkanların her tarafını okşamış sıkıştırmıştır önce, sonra da İstanbul'dan Haliç yarığından girip kabartıvermiştir Rome-ilini. Osmanlı bu her tarafı oynak yaşlı kevvaşeye iyi bakmış, iştahı kabarıp komşu kızlara sarktığında bile koynundan ayrılmamıştır. "Evladını" da hep sarıp sarmalamıştır. Bu aşk, devrin ölçülerine (ve hatta, meselâ, İngiltere'nin Hindistan'ı becerişi ile karşılaştırılırsa ötesine) göre son derece "seviyeli" ve "ince duygularla bezeli" bir aşktır. Osmanlı, aşkını çok katmanlı Asyalı bir estetikle bezemişti, Bizans'tan kalma takıları söküp boyarken yine Bizança kur yapmıştı, aşk evine geleneği ve disiplini bekçi, adaleti aşçı, dini de ışık diye dikmişti. Gözüne hoş görünen, dokunduğunda titreyen yerleri ışığa açmıştı, kalanını edep yeridir diye örtmüştü,
ancak İngilizin yaptığı gibi hayati organları kesip atmamıştı. Belki saygıdan, belki korkudan, belki de "minelaşk"tan...

İşte bu piçin doğuşu ve gelişmesi, ortayakın biztarihin en görkemli aşk hikâyesidir. En hüzünlü melodramıdır da... Babasının dibinden ayrılmayan, hep otağına sokulan çocuk güçlü bir delikanlı olur, erilince kara sevdaya, amansız hastalıklara bulanır. Olduğu yere yığılır kalır, yatalak olur. Babası da onunla yataklara düşer. Koca kevvaşe, artık yürümekte zorlanan hasta adamını savurup atar, o da ölmeden soyu yürüsün diye yüzüne bile bakmadığı eski cariyesi Anadolu'yu becerirken can verir. Kala kala Anadolu ve küçük oğluyla, büyük oğlana yakılmış yanık bir türkü kalır. Sonuçta toprakananın kızları yaşamaya devam ederler, kanırırlar ama hiç ölmezler. Aşıklar, kim hoyrat kimi sevecen, onları yıkamaz. Üzerinde tepinenler hep ona karışır; Hititler, Sümerler, Persler, Makedonlar, Romalılar. Bâki kalan kan, gözyaşı... kimi zaman da hoş bir sâdadır.

Ortayakın biztarihin en tatlı en ışıltılı hikâyesi de bu son çocuğun doğuşudur, belki de. Yatalak ağabeyinin gidişini seyredip serpilen yeni bebek; babasızlığın kahrını, iyi evin cahil kızı anasının derdini çeker. Bozkırın bu güzel çocuğu, ezilerek tokatlanarak büyür, koca kollu iri sesli babasının hatırası karanlık bir gölge, bir daha sevmekse yasak olur; atasözünün uydurması binlercedir, aslı ise sırra kadem basar. Bu kimi zaman görkemli, kimi zaman hazin öyküyü belgelemek, tüm yönleriyle anlatmak buraların eğilmişliğine bir dem devâ olamaz mı? Hayatın ne kadar sancılı ama kimi zaman güzel, zaferlerin ne kadar geçici ama mümkün, inişlerin ne kadar çıkışlara gebe olduğunu; toplumların kimi zaman ezen kimi zaman mazlum olduklarını, ama ezenlerin hep vâr olacağını anlatmaz mı bir kez daha?

Ve hatta, belki de, her yerde ufak farklarla yeniden oynanan bu kadim senaryo, yeryüzünün en fırıldak coğrafyasında oynanan şekliyle düzgün yazılırsa, başka ve yepyeni bir senaryoya kaynak olur, bizim çocuklarımızla günyüzüne çıkar. Bu koca klişenin farklı renkli Rumeli baskısı, belki de görülmemiş ışıltılar yakar.
Ben büyük hikâyenin Rumeli bölümünün tuhaf bir renklilik içerdiğini, köklerinin gizemli ve o beklediğimiz yeni hikâyeye esin verebilecek güçte olduğunu hissediyorum. Bu bir inanç, başka bir şey değil.
Bugüne kadar iki yönlü stilize edilmiş, "Yüksek Osmanlı Medeniyeti-Türk Zulümü" iğine bükülmüş; iktidarı kaybetmişleriyle, hayatın karmaşıklığını kabullenememişleriyle her cins şovenin karalama tahtası, bunların daha kocabaşlılarının da eğlence alanı, kan teknesi olmuş tarihçeye, o bölünmüş ve gizemli coğrafyaya, o coğrafyada geçen o kısacık ama görkemli hikâyeye, mütetevekkil, müspet ama umutla dolu bir bakış getirmiş oluruz...

Hayat, umut ve çaba ve aşk değil de nedir?

Rumeli kültürü beklide Batı ile doğu arasındaki çizginin hiç de öyle bembeyaz, kale çizgisi kadar belirgin ve düzgün olmadığının; yapay ayrımların anlamsızlığının, Osmanlı'nın yayılma ve sömürme düzeninin hiç de kır-dök üzerine kurulmadığının bir göstergesidir. Rumeli kültürü belki de geldiği yer ve soy nereden olursa olsun, dini ne olursa olsun, her kişinin ( Kırım tatarı, Arnavut, Boşnak,Türkmen, Alevi, Kürt, Çingene,Pomak, Hudayinabit,vs) ortak yaşamlarda ve –egemenlerin baskısıyla da olsa- asgari müşterekte buluşabileceğine işarettir. Balkan kazanı hep kaynamış, ancak en köpüksüz devrini Rumeli kültürünün en etkin olduğu dönemlerde yaşamıştır.
Evet, Rumeli geçmişte kalmış bir hüzün, belki de bir heyecan. Rumeli kültürü, belki de temelini Osmanlı'nın siyasi (Roma'ya ve Bizans'a benzer-‘laştırmalara dayalı) stratejilerinde bulan, inorganik ve zorlama bir oluşum...O nedenle unutulmalı belki, o tarihin bir yapısökümü yapılmalı, işler ticaret ekseninde yeniden boyutlandırılıp Peter Drucker'in en iyi biçimde işaret ettiği bölgesel güçlerin hakimiyetinin yükselişine paralel bir Balkan ticaret ve kültür hareketine önayak olmalı. Bunu yaparken de yayılmacı olarak algılanabilecek “Rumeli” lafını bile etmemeli belki.
Ancak bu bölgesel etkileşim ağı kurulması farklı ve kesinlikle yapılması hayırlı bir projedir. Rumeli işi ile ve bu iş sinerjiktir (tanışıklıklar, ilişkiler, seyahatler,coğrafi-kültürel ve ekonomik bilgi toplama), ancak yapılaşması ve tanıtılması çok farklı kanallardan, hatta Çin Duvarı'nın iki ayrı tarafından yapılmalı. Ticaret ve kültür akışları hep birbirine bulanır birlikte hızlanırlar. Akdeniz havzasında olanlara, İpek Yolu efsanesine bir göz atmak bunu anlamaya yeter de artar. Bizim bu bilgi arayışımız ve sonunda sunacağımız dağarcığın çekim merkezi etkisi, bize ve bu etki alanına girenlere yeni tanışıklıklar ve ilişkiler kazandıracaktır. Fırsatların düzenli takibi ve zamanında kullanılabilmesi demek olan ticarette, ilişkilerimizin bolluğu daha çok fırsat, bilgiye birinci elden yakınlığımız ise daha hızlı ve doğru kararlar demektir. Bunun sonucunda hem doğrudan fırsatların değerlendirilmesi yoluyla hem de yorumlanmış stratejik bilginin ve birikimin para karşılığı satılması yoluyla daha fazla kazançtır.

Balkan UNESCO'su
Ahmet Davutoğlu

Balkanların tümünü kapsayan ortak projelere öncülük edilmesi Türkiye'nin bölgedeki ağırlığını arttıracaktır. Mesela Bosna'da yaşanan kültür katliamından sonra küçük ölçekli bir Balkan UNESCO'su oluşturularak bölgenin kültürel dokusunun ortak bir şekilde korunması gündeme getirilmelidir; çünkü bu kültür tasfiyesinden en büyük zararı Osmanlı-Türk kültür mirası görmektedir. Yine Balkan ülkeleri bünyesindeki farklı kültürlere sahip etnik toplulukların kültür ve eğitim haklarının sağlanması için ortak bir çalışma teklif edilebilir; böylesi bir mutabakat özellikle Kosova ve Batı Trakya için uygun bir zemin oluşturabilir. Osmanlıların Balkanlara yönelişi de farklı değildir ve benzer bir kültürel çeşitliliğin istikrar içinde yaklaşık beş asır sürmesini sağlamıştır. İlk öncüler Mostar'ın da ötesinde Balagay Külliyesini kurarken yeni bir coğrafyanın ufuklarını da göstermişlerdir. Aynı tavır gerilerken de sürmüştür. 19. yy ortalarında Namık Kemal için Vatan Silistre'dir; 20. yy başlarında Mehmet Akif için Çanakkale'dir. Etnik köken itibariyle Anadolu'yu merkez görmesi gereken Namık Kemal'in Türk, Balkanları merkez vatan görmesi gereken Mehmet Akif'in Arnavut oluşu da bu tanımlamada hiç mi hiç etkili değildir. (Ahmet Davutoğlu)

Kültür Tarihi, Doğan Kuban
Bu geniş coğrafyada yaşayan değişik toplumlar uzun bir ortak macera yaşadıktan sonra Avrupa'da özel bir kültürü oluşturmuştur. Bu özgün kültürü anlamak için tarihe bakmak gerekir. Değişen bir olguyu bir tek kez tanımlayamayız. Tanıma olgunun sadece bir dönemini kapsayabilir. Türk tarihinin evrelerini de , eğer tutarlı bütünler bulursak, ayrı ayrı tanımlayabiliriz. Ve bütünlerin sonunda sürekli ve farklı gelişme zincirlerinden soyutlanmış bir zincir bulamayacağımızı bilmek gerekir. Bu gelişme zincirinin her halkası başka gelişme zincirlerinin halkaları ile eşdeştir. Örneğin eğer Musulun Bir Türk Tarihi varsa, İranlı ve Arap tarihi vardır. Bulgaristanın Romalı Bizanslı,Türk Bulgar Slav ve Hristiyan Bulgar, Osmanlı ve nihayet Bulgar tarihleri vardır. Osmanlı dönemi Bulgar tarihi, aynı zamanda Bulgar tarihinin de bir halkasıdır. Tarih birbirinden bağımsız ağaçlardan oluşan bir orman gibi gelişmemiştir. Fakat her seferinde yeni kombinezonlara giren moleküler yapısı vardır. Bu yapılaşma içinde çoğu kez sabit coğrafi referanslara dayalı bütünleşmeler ve süreklilikler olmuştur. Ve ancak böyle süreklilikler, gelişme sürecini tanımlayabileceğimiz bütünleşmeleri devletleri, kültürleri, üslüpları meydana getirebilmiştir. Fakat bu tanımlayabildiğimiz bütünlerde de, başka tür sürekliliklerin, başka coğrafi mekan ve zaman içinde tanımlanabilen bütünlerin öğeleri vardır. Örneğin Bursa Ulucami'si Osmanlı mimarisi diye adlandırabileceğimiz bir bütünün öğesidir.Fakat İslam mimarisi diyebileceğimiz bir başka bütünün de öğesidir. Ve başka bir kavram alanına geçersek, kubbeli mimari diyebileceğimiz başka bir teknolojik sürecinde öğesidir. (Doğan Kuban)
……………………………………………………………………………
Balkanlardaki Türk Kültür Varlığı
Özönder: Diğer Türk topluluklarıyla da ihtiyacımız olan şey şu; gerçekten Türk kültürünün bir envanterinin çıkartılması ve diğer kültürlerle etkileşme durumunda ne gibi farklılıkların meydana geldiğinin objektif olarak ortaya konması lazım ki, ilerde bütünlük ve kardeşlik için de zemin hazırlansın. O manada bugün Türkiye'nin ve diğer Türk topluluklarının en büyük eksiğinin bu olduğunu görüyoruz. Türk toplulukları dememin sebebi Balkanlardaki Türk toplulukları için cumhuriyet ve devletten bahsedemeyiz. Ama burada da ciddi manada bir Türk kültür varlığından söz edebiliriz. İki hafta önce Güneydoğu Makedonya'da Valondovar şehrinde Çalıklı köyünde hıdrellez ve bahar şenlikleri sempozyumuna bir tebliğle katıldık. Köyün özelliklerini gözlemledik. Bir Orta Anadolu köyünden hiç bir farkı olmayan bir köydü. İnanç bakımından hiç bir fark yok. Dil açısından çok az farklılıkları var. Bugün Anadolu Türkü'nün en rahat bir şekilde anlayabileceği bir lehçeyle konuşuyorlardı. Hepsi de çanak antenle Türkiye'den 25-30 kanal seyredebiliyorlardı. Dil özellikleri gittikçe Türkiye Türkçesine yaklaşmaya başlamış. Fakat Makedonya'daki Türk kültür varlığının tam bir envanteri yok. Bizim yapmaya çalıştığımız hem vakıf çalışmaları çerçevesinde hem de diğer imkanları bir araya getirerek bu envanterin ortaya çıkması. Bunun da çeşitli yolları var. Dilciler, belki ses kayıtlarıyla incelemeler yaparlar. Kültürel yapı araştırmalarında ise, biz genellikle anket çalışmasına bağlı olarak ses, film ve diğer bütün kayıtları da kullanarak bir envanter ortaya çıkarmaya ve biraz önce bahsettiğimiz inançtan, aile büyüklüğüne, iktisadi durumuna kadar o bölgenin bütünün özelliklerinin fotoğrafını bir bakıma çekmek durumundayız.28-05-2000 http://pc12.soc.metu.edu.tr/bolum/bolum027.htm

TİCARET YOLLARI VE KÜLTÜR
Hacı Bektaş Veli işte böylesi bir ortamda, onüçüncü yüzyılın ilk yarısında Çepni boyuyla birlikte Anadolu'ya gelir. Ve çatışmaların, düşmanlıkların yoğunlaştığı büyük merkezlere değil, dokuz haneli Sulucakarahöyük köyüne yerleşir. Hacı Bektaş Veli'nin Çepni boyunun Bektaş oymağından olduğuna dair bilgiler vardır. İzmir Turgutlu'daki Çepni Bektaş köyünde, Hacı Bektaş Veli'yle birlikte Horasan'dan Anadolu'ya gelen oymağın mensupları yaşıyor. Yanan bir dal parçasının peşinden güvercin kılığında Sulucakarahöyük'e gelen Hacı Bektaş, niçin bu küçük köyü kendisine yurt olarak seçer? Bir başka deyişle, Anadolu'yu aydınlatan ve barış getiren çerağ niçin Sulucakarahöyük'te uyanmaya başlar? Sulucakarahöyük, Asya ve Afrika'ya kadar uzanan ticaret yollarının kesiştiği bir noktadır. Ticaret yolları, üzerinde yalnızca ürünlerin değil, çeşitli kültürlerin dolaşımının da gerçekleştiği kanallardır. Dönemin koşulları dikkate alındığında, ticaret yolları aynı zamanda, hızlı bir iletişim kanalıdır. Sulucakarahöyük'ün ticaret yollarının kesiştiği bir noktada bulunması, Hacı Bektaş Veli öğretisinin Anadolu'da ve daha sonra Balkanlar'da hızla yayılmasını kolaylaştırır. Diğer dergah ve tekkelerin de ticaret yollarına yakın yerlerde kurulması, bu süreçte hızlandırıcı bir rol oynar. Sulucakarahöyük'ün bir başka özelliği ise, bir yandan Selçukluların Kayseri, Konya gibi büyük merkezlerine, diğer yandan da Ürgüp, Göreme gibi Anadolu'daki eski uygarlık merkezlerine yakın olmasıdır. Hacı Bektaş Veli'nin oldukça karışık bir dönemde geldiği Anadolu'da, büyük merkezlerin içinde değil, ama yakınında olma olanağı sunan bir yer olması nedeniyle de Sulucakarahöyük'ü yurt olarak seçtiği söylenebilir. Sulucakarahöyük'ün bu özellikleri, dikkatlerden de uzakta kalarak öğretisini olgunlaştırma ve yayma olanağı sunar Hacı Bektaş Veli'ye.

BALKANLAR VE ORDUNUN COĞRAFYASI
Harp Akademileri Komutanlığı'nın Balkanlarla ilgili birçok yayını bulunmakta ve Silahlı Kuvvetler Dergisi'nde de Balkanlarla ilgili makaleler yayınlanmaktadır. Kendisini yeniden yapılandıran ve yeni bir ulusal strateji tespitinde bulunmak ihtiyacı duyan TSK'nın artık ‘Aktif Savunma Gücü' ‘ne dönüştüğü tartışmasız. Son beş yılda yoğun olarak Osmanlı coğrafyasıyla ilgili görünen genelkurmay bir yandan modernizasyon projelerini ekonomik zorluklara rağmen aksatmadan sürdürmeye çalışıyor;diğer yandan bu coğrafyayla ilgisini fiilen göstermekten de geri kalmıyor. Ordu Kuzey Irak'ta , Azerbaycan'da ,Gürcistan'da, diğer Türk Cumhuriyetlerinde ve tüm Balkanlara artık, örneğin ordu Kosova'da 16 Osmanlı camisini restore etmekle övünüyor. Kurmay akademilerinde bu coğrafyaya ilgisini gösterip “ Balkan ülkelerinde toprak değil vatan kaybettik” demekten çekinmiyor.

BALKAN RÖNESANSI
650 yıl önce 1352'de Balkanlara ayak basan Türkler bölgede bir rönesans yaratarak bölgeyi refaha kavuşturdular. Balkanlarda dil, adetler, giyim kuşam ve mutfağı içeren önemli bir kültür eşitliği hasıl olmuştur. Balkan dillerinde sayısız Türkçe kelime vardır ve Türkçe'de de bu dillerden gelme kelimeler bu dönemi anımsatır. OsmanlıTürk İmparatorluğu Balkanlarda teşkilatlanmış ve beşyüzyıl kadar kalmıştır. Osmanlı siyasi iktisadi, çeşitli din dilden milletlerin renkli bir Balkan yaratmasını sağlamıştır...Anadolu halkının önemli bir kesimi Balkanlardan göç edenlerin çocukları, torunlarıdır.

Üç kıtaya yayılan bir imparatorluğun kalbi Balkanlar'da atıyorken insan kaynağı Balkanlardan devamlı derleniyordu. Rumeli'deki bu altın devir bölge dışı güçlerin müdahalesi ile son bulurken 19. ve 20. yüzyıllarda bu güçler bölgeyi öylesine mutsuzlaştırıp parçaladılar ki literatüre Balkanlaştırma (Balkanization) tabirini armağan ettiler. Bölge dışı güçlerin Balkanlara getirdiği kan ve gözyaşının bilinci ile Balkanlılar bölgenin bütünlüğünü hedef alan yaklaşımları gündeme taşımak durumundadırlar. Son iki yüzyılda “Balkanlaştırılan” bölge “Balkan rönesansını” yeni bin yılda yeniden yaratacaktır. Tezatların kıtası olan Balkanlarda yeni rönesans başlamıştır. Tuna boyları yeryüzünün en güzel, en kültür fışkıran bölgelerindendir; Balkan Halklarının ortak tarihinin, geçmişin renkli ve tatlı yönlerinin de hatırlanması bu halkların yakın gelecekteki mutlu ve dinamik işbirliklerinin itici bir gücü olacaktır. Kemal'leri ile kaim (ölümsüz) olmuştur. Balkanlar; vatan şairi Namık Kemal, Tuna boylarının şairi Yahya Kemal, Hürriyet ve İstiklalinin ölümsüz önderi Mustafa Kemal; Süleymanları ile fethedilmiştir Balkanlar; Balkanlara ayak basan Süleyman Paşa, Kanuni Sultan Süleyman, Naim Süleymanoğlu; Mehmet'leri ile ...Balkanlar; Fatih Sultan Mehmet, İstiklal Marşı şairi Mehmet Akif Ersoy, donamanın bütün direkleri gümüşten, halatları ibrişimden ve yelkenleri dahi atlastan yapılmak ferman olunsa yeridir diyen Sokullu Mehmet Paşa. Estergondan Iğdır'a, Tuna boylarından Dicle'ye, Fırat'a, Saray Bosna'dan Gaziantep'e, Gazi Magosa'ya gazileriyle ölümsüzleşmiştir Balkanlar, Ertuğral Gazi, Orhan Gazi, Gazi Osman Paşa, Gazi Mustafa Kemal Paşa...

Osmanlı kültür coğrafyası
Osmanlı bir cihan devleti, Osmanlı coğrafyası uçsuz bucaksız bir coğrafya. Kaç milyon kilometrekare olduğu, bugün içinde kaç bağımsız devleti barındırdığı tam olarak belli değil.

Osmanlı coğrafyasında bir gezinti

Doç. Dr. Haluk Dursun, Osmanlı Kültür Coğrafyasında Gezintiler başlığı altında Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi'nde her ayın son çarşamba gününde dialı söyleşiler gerçekleştiriyor. Bugün saat 19.00'da gerçekleştirilecek söyleşi, "Tuna'da Çırpar Bezini" başlığı taşıyor. Söyleşide Tuna Nehri'nin etrafında oluşan kültür ve medeniyet havzası konu edilecek. Haluk Dursun bugünkü söyleşi için "Bir Tuna güzellemesi. Tuna sosyolojisini, Tuna çevresinde yaşayan halkları, akıncıların Tuna'ya bakışını ve Tuna şehirlerini; Viyana, Budapeşte, Turcea'yı anlatacağız." diyor. Emantur sponsorluğunda, Kuzey Afrika'dan Yemen'e 30 "Osmanlı ülkesini", Endülüs ve Maveraünnehir'i kapsayan söyleşiler dizisinin geçen programlarında Selanik'ten yola ç?karak Yunanistan, Arnavutluk, Makedonya, Ukrayna'nın Dinyester Nehri üzerindeki Akkerman Kalesi'nden hareketle Moldova, Romanya ve Bulgaristan anlatıldı. Söyleşiler, önce Haluk Dursun'un konu başlığı ile ilgili konuşması ve dia gösterisi şeklinde gerçekleşiyor. Konuşma başlıkları ya bir akıncı türküsünden ya da anlatılan bölgeye ait bir deyişten alınıyor: "Kahpe Selanik", "Akkerman'a gidelim" gibi. Bugün saat 19.00'da gerçekleştirilecek söyleşi, "Tuna'da Çırpar Bezini" başlığı taşıyor. Söyleşide Tuna Nehri'nin etraf?nda olu?an kültür ve medeniyet havzası konu edilecek. Haluk Dursun bugünkü söyleşi için "Bir Tuna güzellemesi. Tuna sosyolojisini, Tuna çevresinde yaşayan halkları, akıncıların Tuna'ya bakışını ve Tuna şehirlerini; Viyana, Budapeşte, Turcea'yı anlatacağız." diyor. Emantur sponsorlu?unda, Kuzey Afrika'dan Yemen'e 30 "Osmanlı ülkesini", Endülüs ve Maveraünnehir'i kapsayan söyleşiler dizisinin geçen programlarında Selanik'ten yola ç?karak Yunanistan, Arnavutluk, Makedonya, Ukrayna'nın Dinyester Nehri üzerindeki Akkerman Kalesi'nden hareketle Moldova, Romanya ve Bulgaristan anlatıldı. Söyleşiler, önce Haluk Dursun'un konu başlığı ile ilgili konuşması ve dia gösterisi şeklinde gerçekleşiyor. Konuşma başlıkları ya bir akıncı türküsünden ya da anlatılan bölgeye ait bir deyişten alınıyor: "Kahpe Selanik", "Akkerman'a gidelim" gibi.

Kültürel Gelişim:Anadolu ve Balkanlar
Troia da dahil, Ege kıyılarındaki bilinen en eski ve en uzun süreli yerleşim olduğu anlaşılan Limantepe'de, bu önemli buluntulara yenilerinin de eklenmesiyle, Ege tarihinin yeniden yazılması gerekebilir. Çünkü, şimdiye kadar başka yerleşim merkezlerinde ele geçen buluntular, Ege kıyılarında İÖ 3.binde Ege adaları, Girit, Yunanistan ile bağlantılı kültürel gelişimin Balkanlar'dan değil de Anadolu'dan kaynaklandığını kanıtlamaya yetmiyordu. Oysa Anadolu, Ege dünyasından çok daha önce büyük bir kültürel gelişmeye sahne olmuş, bu gelişmeyi çevresindeki kültür bölgelerine aktaracak düzeye ulaşmıştı. Madenin, özellikle de bronzun gelişmiş bir teknoloji ürünü olarak ilk kez yoğun şekilde kullanıldığı, toplumsal değişikliğe işaret eden saray yapılarının ve kentleşme çabalarının görüldüğü Urla Limantepe yerleşiminin buluntuları ise bu görüşte olan bilim adamlarının haklılığını şimdiden gösteriyor. Urla'da kazıların tamamlanması ve yeni bulguların ele geçmesiyle yörenin turistik öneminin artacağından emin olabilirsiniz. Hatta, Troia'dan bile öne geçerek yerli yabancı turistleri Urla'ya getireceğinden benim hiç şüphem yok.
http://www.urla-bld.gov.tr/birsevda.htm

HANLAR KERVANSARAYLAR-İPEKYOLU
Ticari yasami gözetmek amaciyla ''devlet sigorta sistemini" ilk kullanan ve ayrica gümrük vergilerinde uyguladiklari indirimlerle ticari hayat özendirmeye çalisan yine Selçuklular olmustur.Han ve kervansaraylar, bu aktif ortamin önemli görevler yüklenen kuruluslaridir. . Gerek Selçuklu gerekse Osmanli dönemlerinde insa edilen kervansaraylarda, kervanlar askeri birlikler tarafindan korunurdu. Kervansarayda kalindigi sürece yolcularin can ve mallari teminat altina alinir, her türlü bakim ve hizmetlerin yerine getirilmesinden dogan giderleri karsilamak amaciyla vakiflari bulunurdu. Bu yapilar, seyahat ve ticareti güvence altina alan, sosyal dayanismayi saglayan nitelikleri yaninda, gelen tacirlerin mallarini pazarladiklari durak yerleri ve ayrica önceden depolanan erzak ile mühimmatin ordunun sefer zamaninda ikmalini kolaylastiran üslerdi. Genellikle yaya yürüyüsü ile 8-10 saati geçmeyen, deve yürüyüsüyle de bir gün süren 30-40 kilometrelik mesafelerde insa edilmislerdir.Anadolu Selçuklulari tarafindan bu ticari yollar üzerinde insa edilmis olan konaklama kuruluslarindan devlet büyükleri ve hayir sahipleri tarafindan yaptirilanlara "HAN", sultanlar tarafindan yaptirilan ve digerlerine göre daha büyük ve görkemli olanlarina "SULTAN HAN" denmektedir. O çagda, kirsal alanlarda kurulan han ve kervansaraylarin kaleye benzer, kalin ve sagir duvarlariyla disa kapali yapilar olarak insasini zorunlu kilan neden, güvenlik idi. Içlerinde yolcularin yatmasina mahsus odalar, atlarin dinlenmesi ve esyalarin korunmasi için bölümler, mescit, yikanma yerleri, çesmeler ile nalbant, doktor, veteriner, araba ve kosum onarim hizmetleri de yer almaktaydi. Han ve kervansaraylarda konaklayan yolcular din, dil, irk fark gözetilmeden üç gün kalabilir, hastaysa tedavi edilirdi. Günde iki ögün yemek verilen, banyo ihtiyaçlari karsilanan, hayvanlarina bakilan ve yem temin edilen bu yolculardan üç gün süreyle hiçbir ücret alinmaz, tüm giderler vakiftan karsilanirdi. Bu vakiflarin vakfiyelerinde nasil yönetilecekleri, gelirlerinin neler oldugu, görevlilerin çalistirilma sekilleri ve ücretleri açik olarak belirtilmekteydi.Yapilan arastirmalar sonucu, Anadolu'da yaklasik 200 han ve kervansaray oldugu tespit edilmistir.
--------------------------------------------------------------------------------
IPEK YOLU
Çesitli uygarliklarin besigi olan Anadolu'da, Selçuklular ve Osmanlilar döneminden günümüze kadar varliklarini sürdürebilmis degisik türde ve çok sayidaki mimari eserler arasinda en ilginç olanlari, hiç süphesiz han ve kervansaraylardir.Kültürel mirasimizin en önemli unsurlarindan olan bu yapilarin, doganin ve diger çevresel etkenlerin tahribatina karsi korunmasi, bir koruma - kullanma dengesi içinde yasatilarak tarihi Ipek Yolunun canlandirilmasi amaciyla, turizm olgusu kapsaminda degerlendirilmesi hedeflenmistir.
Bu hedef dogrultusunda, öncelikle tur güzergahi üzerinde olan han ve kervansaraylara turizm amaçli hizmetleri sunabilecek "Mola Noktasi" fonksiyonu verilmesi çalismalari baslatilmistir.Ilk etapta, ana tur güzergahi ile çakisan Ipek Yolu üzerinde degerlendirilmesi düsünülen Han ve Kervansaraylara iliskin ön etütler, Bakanligimiz ile Vakiflar Genel Müdürlügü isbirligi çerçevesinde yap ilmis ve 11 adet kervansaray belirlenmistir.
Bunlar;
1- Sultan Hani (Aksaray -13. yy.)
2- Saruhan (Nevsehir / Ürgüp -13. yy.)
3- Sarapsa Han (Alanya -13. yy.)
4- Akhan (Denizli / Merkez -13. yy.)
5- Agzikara Han (Aksaray -13. yy.)
6- Alara Han (Antalya / Alanya -13. yy.)
7- Çardak Hani (Denizli / Çardak -13. yy.)
8- Susuz Han (Burdur / Bucak -13. yy.)
9- Incir Han (Burdur / Bucak -13. yy.) .
10-Alay Han (Aksaray -13. yy.)
11-Silâhtar Mustafa Pasa Hani (Malatya / Battal Gazi -16. yy.)

Bu tarihi yapilarin ''Restore et - Islet - Devret'' modeli çerçevesinde yatirimcilara tahsisi için çalismalar sürdürülmektedir. Kervansaraylarin restore edilmesinden sonra, kisitli konaklama imkani taniyan, daha çok günübirlik kullanima yönelik islev verilerek turizme kazandirilmasi ile, hem dünyada esi olmayan ve zaman içerisinde yavas yavas yok olmaya mahkum bu eserlerin kullanilarak korunmalar saglanmis olacak, hem de geçmis yüzyillarda oldugu gibi, ülke ekonomisine katkida bulunmalari temin edilecektir.Bu kervansaraylarin turizm amaçli kullanilabilmelerine olanak saglayacak bir isbirligi protokolü, Basbakanlik Vakiflar Genel Müdürlügü ile Bakanligimiz arasinda 22.02.1993 tarihinde imzalanmistir.Söz konusu protokole göre, Vakiflar Genel Müdürlügü tarafindan idare edilen eski eser nitelikli han ve kervansaraylar, adi geçen Genel Müdürlük tarafindan 2886 sayili Devlet Ihale Kanununa göre ve Bakanligimiz isbirligi ile ihale edilerek ''Restore et - Islet - Devret'' modeli çerçevesinde turizme kazandirilacaktir. Protokol esaslari geregi, yatirim projeleri Kültür Bakanliginca onaylanacak ve Bakanligimizdan Turizm Yatirim Belgesi alacaklardir.Turizm sektörü, diger yatirim sektörleri arasinda öncelikli bir konumdadir.Eski eserlerin restorasyonu suretiyle yapilacak turizm yatirimlari, Hazine Müstesarliginca belirlenen ''Öncelikli Tür Turizm Yatirimlari'' arasinda yer almaktadir. Bu kapsama giren yatirimlar, her yil yayinlanan tesvik kararnameleri çerçevesinde ayricalikli tesviklerden yararlanabilmektedir. Bu eserlerin kullanimi için, Bakanligimizdan Turizm Yatirim Belgesi alinmasi halinde ve adi geçen Müstesarlik tarafindan Tesvik Belgesi ile desteklendiginde, tüm tesvik tedbirlerinden yararlanabilmektedirler. Restorasyonun bitiminden sonra, isletme asamasina gelindiginde, Bakanligimizdan Turizm Isletme Belgesi alinmasi gerekmektedir.

 
  Bugün 60 ziyaretçi (62 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol