hürbalkan internet dergisi
  Balkanlara Açılan Kapı, Bulgaristan…
 

Balkanlara Açılan Kapı, Bulgaristan…
17 Kasım 2007 23:55 · Ali Bilir
Yolculuğumuza İstanbul’dan karayolu ile başladık. Yaklaşık iki bin km sürecek olan seyahatimiz programında Bulgaristan’ın yarısını dolaşmak vardı. Üç günlük süre içersinde yorucu bir yolculuk olacağı belliydi, ancak yeni bir yerler görecek olmamız bu yorucu yolculuğu pek akıllara getirmiyordu. Dere köy Gümrük Kapısına geldiğimizde pasaport kontrolleri için otobüsten inerek pasaportlarımız kontrol edildi. Daha sonra Bulgaristan topraklarında yolculuğumuz devam ettik. Beş on km ilerledikten sonra boş terk edilmiş evler ve binalar dikkatimizi çekmeye başladı. Evlerin neden boş olduğunu öğrendiğimizde ise Avrupa Birliği’ne girme sürecinde Bulgaristan Asker azaltmasına gitmiş ve askerlerin azalması ile birlikte buraların askeri lojman olması nedeniyle boşaltıldığını öğrendik. Burada ifade edeyim ki Bulgaristan Dünya üzerinde nüfusu azalan birkaç ülkeden biri imiş.
Bulgaristan'ın ilk sakinleri Hint-Avrupa kökenli bir kavim olan Traklarmış. Milatla birlikte ülke önce Roma İmparatorluğu, sonraysa Bizans İmparatorluğu egemenliğine girmiş. M.S. 6. yüzyılda Slavlar ile birlikte Türk kökenli bir kavim olan Ön Bulgarlar bu alana yerleşmiş. Aristokratik tabakayı oluşturan Bulgarları bir süre sonra Slavlaşarak dillerini, 10. yüzyıldan itibaren de Ortodoksluğu kabul edip dinlerini bırakarak asimile olmuşlar.
Bizans İmparatorluğu yıkılıncaya değin Bizans ile savaşıp hâkimiyet alanlarını genişleten Bulgarlar, bir ara 1018-1186 yılları arasında yeniden Bizans İmparatorluğu'nun egemenliğine girmiş. 14. yüzyılda Türklerin Rumeli'ye çıkmasından sonra bağımsızlıklarını yitirerek Osmanlı Devleti'nin egemenliğine girmişler.
Osmanlı Devleti'nin gerilemeye başlaması ve Çarlık Rusyası'nın da desteğiyle, Balkanların tümünde olduğu gibi Bulgaristan'da da ulusal kurtuluş hareketi alevlenmiş, 93 Harbi'nden yenilgiyle çıkan Osmanlı Devleti, Bulgaristan'ı 1878 yılında içişlerinde bağımsız prenslik olarak, 1908 senesinde ise tam bağımsız çarlık olarak tanımış.
İkinci Dünya Savaşı'nın ardından Balkanlar'da ilerleyen Sovyet ordusunun da yardımıyla Georgia Dimitrov önderliğinde sosyalist rejime geçen ülke, soğuk savaş yıllarında Varşova Paktı'nın üyesi olarak kalmış, geçen yüzyılın 80'li yıllarından itibaren ise topraklarındaki Türk azınlığa uyguladığı zorla Bulgarlaştırma politikalarıyla dünyanın tepkisini çekmiş ve bunun faturasını 1989'da Bulgar ekonomisine ağır bir darbe vuran Bulgaristan'dan Türkiye'ye yarım milyona yakın insanın göçüyle ödemiş.
Doğu Bloğu’nun çözülmesiyle 1990 yılında sözde sosyalist rejimin yıkıldığı Bulgaristan, Türk azınlığa yönelik asimilasyon politikalarını da terk ederek komşusu Türkiye ile olan ilişkilerini oldukça olumlu bir temele oturtmuş. Bulgaristan 2007 yılında Avrupa Birliği'ne katılmış.
Bulgaristan’la ilgili bu ön bilgilerden sonra yolculuğumuza devam edelim.
Dere köy Gümrük kapısını geçtikten sonra ilk durağımız Primorsko oluyor. Primorsko’da bir akşam kaldık. Yolculuğumuz gür meşe ormanları arasında geçmiş ve otele gelmiştik. Geceyi burada geçirmiş ertesi gün tekrar yola koyulmuştuk.
Yolculuğumuza; Burgaz, Sliven, Kazanlık, Gabrova, Veliko Tırnova, Sevlievo’dan geçerek Bulgaristan’ın Başkenti Sofya’ya ulaşacaktık.
Bulgaristan'ın Karadeniz kıyı şeridinin güneyinde yer alan ve Türkiye sınırına Kırklareli ile komşu olan Burgaz iline geliyoruz. Karadeniz halkının sıcaklığını bulabileceğiniz bu şehirde Mopeka Zpaguna deniz parkını gördükten sonra şehirde kısa bir tur atıyoruz. Çok güzel sahili olan bu şehir, hareketli gece hayatıyla Türkiye’nin güney sahillerini aratmayacak bir yer olduğu söyleniyor.
Sliven’i geçtikten sonra 60 bin civarında nüfusu olan Kazanlık’a geldik, Kazanlık, ya da Kızanlık, Bulgaristan'daki ünlü Gül Ovası'nın ortasında bulunan küçük bir şehir. Kızanlık’ın yakınlarındaki "Trakya mezarı", UNESCO tarafından Dünya Miras Listesi’ne alınmış.
Kızanlık’ın dağa komşu olması nedeniyle yüksek miktarda kereste ticareti yapılan bir merkez olduğu söyleniyor. Ayrıca burada Türklere ait kereste fabrikası dahi varmış. Gül bahçeleri ile meşhur olan Kızanlık, rivayete göre II. Abdülhamit zamanında Isparta gül işçiliğini buradan göçen muhacirlerin getirdiği dahi söyleniyor. Gül bölgenin en önemli gelir kaynaklarından birini oluşturuyor. Yol boyunca, yine tarlalar arasında suni göller ve ormanlar dikkatimizi çekiyor.
Kızanlık çevresinde on yedi Türk köyü olduğunu öğreniyoruz. 1447 yılında yapılmış olan Kızanlık Camii ise halen ayakta. Ancak biraz bakıma ihtiyacı var. Yine kızanlık yakınlarında her sene gül festivali yapılan Bulgarların yaşadığı Rozova’ya köyü olduğunu öğreniyoruz. Ancak programımızda olmadığı için bu köye uğramadan yolumuza devam ediyoruz. Yol üzerinde ağaçların içerisine gizlenmeye çalışan sapsarı kubbeli bir kilise dikkatinizi çekiyor. Merakınızı dinleyip bu kilisenin bulunduğu Şıpka köyüne girdiğinizde kilisenin adının Altın Kilise olduğunu öğreniyoruz. Altın Kilise denmesinin nedeni; Osmanlılar zamanında kubbeleri altından yapılmış bir camii olarak inşa edilmesidir. Daha sonra altın kubbeleri muhafaza edilerek kiliseye dönüştürülmüş.
Şıpka, Osmanlı ordusunun Rus güçlerine mağlup oldukları yerin adı. Rus güçleri dağın üst kısmında olmanın verdiği avantajla Türk güçlerine saldırmışlar. Osmanlının mağlubiyeti anısına biri Şıpka köyünün içindeki kilise diğeri de dağın en zirve noktasındaki anıt olmak üzere iki anıt dikmişler. Köyde Rusların inşasını üstlendikleri, mimarisiyle ve süslemeleriyle Moskova’daki Kremlin sarayını andıran gösterişli kilise, 1902’de yapılmış. Diğer anıtın inşa tarihi 1930. Kiliseye doğru giderken yolda sağ tarafımızda orijinalliği biraz bozulmuş bir Osmanlı çeşmesi görüyoruz. Kilise’yi o vakitte kapalı olduğundan ancak dışarıdan görebiliyoruz. Dağın hâkim, yüksekçe bir yerinde inşa edilmiş.
Şıpka geçidi sık ağaçlar arasında, oldukça kıvrımlı, tır trafiği yoğun bir geçit. Yaklaşık bir saatlik kıvrımlı yoldan tepeye doğru tırmanarak şıpka tepesine ulaştık. Müthiş bir doğa manzarası olan bu tepede yorgunluğu atmak için manda yoğurdu yeme geleneği olduğunu öğrendik ama bizim kafileden yoğurt yiyen olmadı diye hatırlıyorum. Tepedeki anıta ulaşmak için 999 basamaklı geniş merdivenlerden yukarı çıkmak gerekiyor. Ancak bizim otobüsün şoförü biraz uyanıklık yaparak araç trafiğine kapalı olan yoldan giderek bizi bu zor görevden kurtardı. Biz bu merdivenleri inerken kullandık.
Anıt Mezar, Türk şehitlerin anısına inşa edilmiş. Kapısının üzerindeki ihtişamlı aslan heykeli ile adeta sizi içeri davet eden anıt, savaş anını, resimler ve araçları ile ziyaretçilerine sunmaktadır. Birkaç kattan oluşan anıt, dar iç mimarisine rağmen gayet güzel dizayn edilmiş. Anıtın terası ise ayrı bir güzelliğe sahip.
Ziyaretimizi tamamladıktan sonra 999 basamaklı merdivenlerden aşağıya inmeye başladık. Her yüz basamakta bir dinlenme bölümleri yapılan bu yol meşe ve çam ağaçlarının içersinde bir ip gibi inşa edilmiş.
Otobüsümüze biniyor ve Bulgaristan'ın orta kuzey bölgesinde, yer alan 73 bin nüfuslu Gabrova şehrine doğru yol alıyoruz. Gabrova, Orta Balkan Dağları'nın eteklerinde, Yantra Nehri'nin ovasında kurulu bir şehir. Gabrovo’nın, (Türkçe: Palanka) fıkraları ile ünlü ve mizahın uluslararası bir merkezi olduğunu öğreniyoruz. Ayrıca, Bulgaristan'ın en uzun şehri olarak biliniyor, çünkü nehir kenarında 25 kilometre uzunluğuna rağmen, genişliği bazı yerlerde 1 kilometreyi bile bulmuyormuş.
Akasya ormanları arasında devam eden yolculuğumuzun ardından öğle saatlerinde ilk Bulgaristan Krallığı merkezi olan Velika (Büyük) Tırnova’ya ulaşıyoruz.
Bulgaristan'ın Kuzeyinde Romanya ile sınırı olan Veliko Tırnova yaklaşık 300 bin nüfusa sahip bir üniversite şehri. Kısa bir Belediye sarayını ziyaretimizden sonra boydan boya uzanan gül tarlalarının arasında devam eden yolculuğun ardından havanın kararması ile birlikte Bulgaristan’ın başkenti Sofya’ya ulaşıyoruz.

 
  Bugün 91 ziyaretçi (124 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol